Küresel krizin hepimizi "kirpi"ye çevirdiği ve içimize kapanmaya zorlayan dinamikleri, giderek ağırlık kaybediyor.
Tüketici Güven Endeksi rakamları Nisan ayı içinde 8 puan artışla % 80'e ulaşmış durumda.
İyimserliğin eşik değeri olan % 100'ün hâlâ 20 puan altında olsa bile, zıplama sayılacak bu tırmanış, yakın gelecek için bize bir şeyler söyleyebilir.
Öncelikle küresel krizin peş peşe gelen yıkım haberleri bileşkesindeki karamsarlık ortadan kalktı.
İkinci olarak krizi, ilkelliğine bahane oluşturanların elinden önemli bir koz daha alınmış oldu.
Üçüncüsü de yarına dair planlar arasına "mevcudu koruma" algısı yanı sıra "ekonomi açılıyor" umudu girdi.
Ben buna "ihtiyatlı iyimserlik" diyorum.
Neticede ortada küçülen bir ekonomi, peş peşe pompalanan "daha da beter olacaksınız" haberleri ve tüm bu felaket habercilerine eşlik eden "kriz fırsatçılarının" söylemleri var.
Yetmezmiş gibi "Türkiye 2009'da şu kadar küçülür" histerisi, gerek yurtdışı gerekse yurtiçi ekonomi odakları tarafından adeta "küçülme toto"ya dönüşüverdi.
Tüm bunların bileşkesinde ortalıkta krizi farklı yaşayan kesimlerin, giderek tezat oluşturan görüntüleri de algı kirlenmesi oluşturuverdi.
İnsan , sürekli karamsar kalamıyor. Bu, ekonominin iç dengesi ve doğal dinamikleri açısından da mümkün değil zaten.
Umutsuzluktan yorulanların iyimserlik talebinin artması gayet doğal bir süreç.
Ancak bu talep, ihtiyatı da elden bırakmayı gerektirmiyor..
Nitekim Tüketici Güven Endeksi içinde alt kalemlere baktığımızda "ertelenen ve ötelenen" talepler içinde dayanıklı tüketim mallarının iyimserlik noktasına taşındığını görürken, borçlanmaya bakıştaki "ihtiyat" artan ölçekte korunuyor.
Benzer durum, ABD'de ve Avrupa'da da kendini gösteriyor. Daha 3 ay öncesinde "bu kriz 2010'u bulur" söylemindekiler şimdi, "galiba dibi bulduk" beyanları ile piyasaya iyimserlik pompalamaya başladılar.
Geriye dönüp baktığımızda küresel krizin hasar tespit çalışmalarının kaba bilançosunda en büyük faturanın işsizlere kesildiğini görüyoruz.
Krize tedbir noktasında göze batan iki refleks, "işçileri kapıya koyma" ve "filanca bankanın veya kurumun devlet tarafından alınması" şeklinde tecelli etmiş.
İşini kaybedenler bir kez sistemin dışına çıkarıldığında, onların yokluğu ile sağlanan fayda (!), sanıldığı gibi kurtuluş olmamış.
Özellikle Türkiye'de krizi bahane ederek kapıya konulanların işletmelere sağladığı geçici rahatlama (!) bir sonraki adımda alınması gereken tedbirleri, acil hale de getirememiş.
Benim en çok üzerinde durduğum, tam da bu "kilitlenme hali"dir. Diyelim ki krize karşı sizin aklınıza gelen en yaratıcı çözüm, çalışanınızdan kurtulmak olsun.
Peki işletmedeki kriz halini, çalışan fazlası mı oluşturuyordu? Bu soruyu çok sayıda patrona yönelttim. Orada burada tesadüf ettiğim işadamlarına, "kaç kişi çıkardın? Peki çözüm oldu mu?" diye sordum.
Aldığım cevapların bileşkesinde "aslında..." diye başlayan bir pişmanlık görülüyor. Çok azı "evet bu sayede hâlâ batmadım" diyeni çok az.
Büyük bir kesim, "yapacak başka bir şey bulamadığım için" itirafında... Zira işler kötü gittiğinde ilk akla gelen "çalışan maliyeti", bir sonraki adımı da geciktiriyor.
Son 35 yılda incelediğim 8 kriz, "işten adam atmanın çare olmadığı" gerçeğinin, ortalama 3-6 ay sonra fark edildiğini gösterdi bize.
Özetle şirketler, işçi çıkarmanın çare olmadığını belli bir zaman sonra idrak edebiliyor ve belki de daha başlangıçta atmaları gereken "yapısal, süreç iyileştirici" adımlara, daha sonra gelebiliyorlar.
Şimdi "kriz bitti" davulları ile ortalığa tellal salacağımız bir dönem yaşayabiliriz. Bu durum bizi "tam da yapısal çözümlere sıra geldiği anda" iyimserlik çapasına sarılıp kalmamıza yol açabilir. Doğal olarak bunun sonucunda kurumsal reformlarımızdan vazgeçip, "nasılsa işler açılıyor, kriz de geçip gidiyor" sanrısını yaratabilir.
İyimserliğin, daha verimli bir hayat stratejisi olduğunu benimsemiş biriyim ve nimetlerini bilirim. Fakat ihtiyatlı iyimserliğin bir sonraki noktada konfor gafletine dönüşmesinden de daima çekinirim. Çoğumuz "şükür kriz geçti" müjdesi için kulağı kapıda olabilir.
Fakat yine de bir soruyu sormadan geçmeyeceğim; "krizden ne ders çıkardık, hangi hayati tedbiri geliştirdik, kalıcı hangi çözümü sağladık?"