Her şey ABD'nin, "cihat" kavramını yorumlama yanlışı ile başladı. Sünni İslam'ı, "cihadist" olarak niteleyen Amerikalılar, sözde protestan İslâm (!) diye yorumladıkları Şia'ya özellikle Irak'ta geniş alan açtı. 1. ve 2. Körfez savaşları yüzünden sosyoekonomik sorunlarla boğuşan Irak, Şii Başbakan Nuri el Maliki döneminde devlet kadrolarından tüm Sünni unsurları tasfiye etti. Dışlanan, Irak çöllerinde yaşamaya mahkûm edilen kızgın ve Amerikan karşıtı kitleler hızla örgütlendi. Amerikalıların doğumuna eşlik ettiği DEAŞ, Irak ve Suriye'deki yönetsel boşluğu doldurdu. Dünyada ne kadar aşırı unsur varsa Suriye'ye yönlendirildi. Bilhassa Batılı ülkeler, "baş belası" olarak gördükleri adamların (!) Suriye çatışma sahasına gidişine göz yumdu. Bu sırada, marjinal dini grupların tutum ve davranışları, Batı toplumlarına "İslami terör!" diye sunuldu. Geniş kitleler korku ile manipüle edilmekle kalmadı, İslam düşmanlığı üzerinden adeta kenetlendi!
İş, burada da bitmedi! Türkiye henüz El Kaide benzeri terör yapılanmalarını çözmeye uğraşırken, bu kez DEAŞ sorunu ile de baş başa bırakıldı. Suriye'den Türkiye'ye doğru PKK/YPG ve DEAŞ terörü ihraç edilirken, Ankara hedef tahtasına oturtuldu. ABD, bizzat imal ettiği DEAŞ'la güya mücadele adı altında, Suriye'de bombalanmadık yer bırakmadı. DEAŞ'la Mücadele Koalisyonu ise seküler gördüğü PKK'lı Kürt grupları sahiplendi. ABD'nin DEAŞ'a karşı yürüttüğü hava harekatları ile bilhassa Suriye'nin kuzeyinde demografi kökten değiştirildi. Bu riski gören Türkiye, o günlerde stratejik haritaları masaya serdi. Dönemin Başbakanı (!), Kürtlerin yaşadığı kent merkezleri arasında Türkmenlerin ve Arap aşiretlerinin bulunduğunu, PKK/YPG'ye müzahir homojen Kürt bölgesi kurulamayacağını savunurken, Amerika'nın plânı tıkır tıkır işledi. Kadim halklar topraklarını terk etmeye zorlandı. Bir "terör koridoru" oluşturulması için ortam hazırlandı. Ta ki Fırat Kalkanı, Barış Pınarı, Zeytin Dalı harekatları ile bu tezgah bozulana kadar! Ama ABD yine de boş durmadı! Suriye Demokratik Güçleri (SDG) şemsiyesi altında yüzde 80 Kürt, yüzde 20 Arap nüfustan müteşekkil bir ordu donattı. Üstelik bu silahlı organizasyonun ağırlıklı bölümünü Suriyeli Kürtlerin oluşturmadığını bile bile NATO müttefiki Türkiye'yi karşısına alma pahasına ana kurgusunu sürdürdü.
Bütün bu gerçekleri hatırlatmamızın nedenine gelince...
ABD Dışişleri Bakanı Blinken, görev süresinin dolmasına 37 gün kala Ankara'da idi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından kabul edildi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile uzun uzun konuştu. Suriye'deki geçiş dönemi ve Gazze'de ateşkes dosyaları ele alındı. Fakat Blinken, dilinin altındaki baklayı hemen çıkardı. Ne imiş? DEAŞ'la mücadele zaafa uğratılmamalı imiş! Bunun manası, "PKK/YPG'ye daha fazla dokunulmasın" demekten başka bir şey değil! Ki Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki gece Esenboğa Havalimanı'nda Blinken'a açık açık, "NATO ülkesi olarak, terör örgütü PKK'nın sahadaki durumu fırsata çevirmesini engelleyeceğiz. DEAŞ'la mücadelede zafiyet oluşmasına asla müsaade etmeyeceğiz" dedi. Öyle ya DEAŞ'la göğüs göğse mücadele eden ve 4 bin civarında DEAŞ'lı teröristi etkisiz hale getiren tek ülke Türkiye!
Şimdiki Amerikan yönetimi, zaman kazanmaya çalışıyor. Neden? Suriyeliler, ABD ile iş tutan ve aslen Suriyeli olmayan YPG'li Kürt silahlı unsurları işgal ettiği bölgelerden çıkarıyor. ABD ise İsrail'in güvenliği için elinde tuttuğu kozu bırakmıyor ve bildiğimiz bahaneye sarılıyor: "DEAŞ!"
Elbette Suriye'deki geçiş şartları farklı örgütsel grupların iştahını kabartabilir. Lâkin Türkiye bu konuda müteyakkız. Esasen DEAŞ sayı ve ideoloji olarak sahada bitik vaziyette. Geriye El Hol Kampı'ndaki yabancı savaşçılar (!) ve aileleri kalıyor. Güya SDG bunları izole ediyor, bekçiliğini yapıyormuş. Türkiye'nin bu noktadaki açılımı da ezber bozan nitelikte:
"Seçilmiş Suriye hükümeti işbaşı yapana kadar El Hol Kampı dahil gerekli güvenlik şartlarının tesis edilmesine yardımcı olabiliriz. Esas mesele, ABD'nin PKK/YPG ile işbirliğini kesmesidir!"