Bu yüzyılın insanları olarak bilgi çağının tam merkezindeyiz. Hem izleyicisi hem de oyuncusuyuz bir bakıma. Bilgi bombardımanı karşısında "asimetrik enformasyonun" kurbanı, "enformatik cehaletin" ise mağduruyuz. Sanırım bu nedenle olsa gerek... Kamuoyunun önündeki şahıslardan kurumsal firmalara kadar uzanan zincirde "iletişim yönetimi" neredeyse birinci öncelik haline geliyor. Söz konusu çatı kavramın altında, "itibar yönetimi, marka yönetimi, kriz yönetimi ve olağan süreç yönetimi" gibi başlıklar toplanıyor. İletişimi "mevsimlik, o âna göre veya şok zamanları" ile sınırlamamak gerekiyor. Algı çarpıtmasını önlemek, yıllarca oluşturulmuş bir değere ya da birikime yönelecek tepkiyi göğüslemek uzun, zahmetli ve kesintisiz çalışma dönemi istiyor.
Bu kapsamlı girişin ve tespitlerin gerekçelerini bir örnek durum üzerinden ayrıntısıyla açıklayacağım...
Bir başka husus...
Şirketlerin, özellikle çok uluslu organizasyonların ve bu tür oluşumlarla ortaklık yapan grupların dikkat etmesi gereken kritik bir detayla ilgili. Küreselleşme gerçeği karşısında, global ölçekli kuruluşlar ve yerel paydaşları, "stratejik risk yönetimi!" zorunluluğu ile karşı karşıya.
Yani... Diplomasinin, vekâlet savaşlarının, hibrit çatışma koşullarının düzenli takibi artık bir fantezi değil, mutlak gereklilik. Eğer üretiminizi bölgesel veya küresel çapta sürdürüyorsanız gerek iş kollarınıza gerekse coğrafyanıza ilişkin tehdit unsurlarını gözetmek, bu kriterlere göre planlama yapmak, hatta yedek akçe ayırmak mecburiyetindesiniz.
Ve nihayet...
Türkiye'nin, iç tasarruf açığı nedeniyle ihtiyaç duyduğu dış sermayeye bakışını güncellemesi bir zaruret teşkil ediyor. Yabancı sermayeden mi bahsediyoruz, uluslararası sermaye ve yatırımdan mı? Her dış yatırıma küresel sermaye ve arkasında olduğunu varsaydığımız siyasal hedefler mantığıyla mı yaklaşıyoruz, yoksa ana şirket yabancı olsa da Türkiye'de kurulu, Türk sermayesinin çoğunluk hissedarı olduğu, çalışanı Türk, vergisi Türkiye'de ödenen milli bir şirket olarak mı yaklaşıyoruz?
Şimdi gelelim meramımıza...
Anadolu Grubu, "Anadolu'yu dünyaya, dünyayı Anadolu'ya bağlayan yıldız" olma vizyonuyla 19 ülkede, 80'e yakın şirketi, 86 üretim tesisi, 6 Ar-Ge merkezi ve 95 bin çalışanı ile faaliyetlerini 7 sektörde sürdüren büyük bir yapı. Global markalar ve çok uluslu şirketlerle ortaklık kültürü ise Anadolu Grubu'nun adeta uzmanlığı... Grubun bünyesinde ABD merkezli, çok ortaklı Coca Cola Company'nin Türkiye versiyonu Coca Cola İçecek de bulunuyor. Mesele şu ki bir yanda üst marka, diğer yanda o markanın altında üretim yapan Türk sermayeli şirket gerçeği karşımıza çıkıyor. Malûm, mesele sıcak! İsrail'in Gazze'de soykırıma varan kanlı operasyonları, kadın ve çocukların ağırlıkta olduğu sivilleri katletmesi canımız yakıyor. Hepimiz, "Elimizle, dilimizle, hiç olmadı kalbimizle" bu belâyı def etmek istiyoruz.
Önceki gün Bursa'da buluştuğumuz Anadolu Grubu Başkanı Tuncay Özilhan'ın da dediği gibi "Boykot demokratik bir hak!"
Hak, fakat... Bu olayın "fakatı" da var!
Bence, bu hak kullanılırken kime tavır alındığı, kimin zarar gördüğü iyi hesap edilmeli. Bilerek veya bilmeyerek, bir Türkiye şirketine fatura kesilir, bu yolla uluslararası aktörlere mesaj verilmesi amaçlanırken kantarın topuzu kaçırılmamalıdır!
Elbette, boykota maruz kalan taraf da iç kamuoyuna kendisini anlatmakta daha cesur olmalı, küresel sermayenin temsilcilerine de Türkiye'nin hassasiyetlerini izah etmeli, proaktif davranmalı, girişimini ve neticelerini de sık sık halka aktarmalıdır.