Devletler rasyonel yapılardır. Duygusal davranamaz ve varlıklarını sürdürmek adına çıkarlarını düşünür. 19. yüzyılın ortalarında İngiltere Dışişleri Bakanlığı yapan Lord Palmerston'ın, Osmanlı-Rus Savaşı (1854-Kırım) sırasında söylediği o sözler, 1,5 asır sonra da değerini koruyor:
"İngiltere'nin ebedi dostları ve ebedi düşmanları yoktur, sadece takip ettiği çıkarları vardır!" Günümüzde "Uluslararası ilişkilerde ebedi dostluk veya ebedi düşmanlık yoktur, ebedi çıkarlar vardır" şeklini alan bu kural, modern devletlerin de takip ettiği çizgiyi oluşturuyor.
Bugünlerde Türkiye'nin, Suriye politikasındaki dinamik gelişmeler hayli merak uyandırıyor. Daha doğrusu son 11 yılı "Ankara'nın hataları" bağlamında görmeye takıntılı çevreler, tarihi hafızayı yok sayarak, "Bizim dediğimiz noktaya gelindi" diye gürlüyor. Bu yazının konusu, günah keçisi aramak üzerine değil. Suriye politikasının farklı evrelerinde sorumluluk alan, ana istikameti tayin eden isimlerin konuşması gereken bir döneme giriyoruz. Lakin 2011 yılından bu yana öylesine kırılmalar yaşandı ki...
Şayet,
Arap Baharı ile Ortadoğu'da yükselen hak ve özgürlük talepleri doğru okunmazsa,
Suriye'de iç savaşın tohumları ekilirken, Türkiye'nin samimi yaklaşımı göz ardı edilirse,
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "inancından ilham alan merhametli dış politika yaklaşımı" ortada iken... Bu hassasiyetin sınırlarını zorlayan ve anlık dış konjonktürle birleştirerek fırsata çevirmek isteyen -dönemin özel temsilcisi, Dışişleri Bakanı ve Başbakanı- Ahmet Davutoğlu'nun ihtiraslı reçetesi her yönüyle analiz edilmezse,
Davutoğlu'nun, Esed'le yaptığı 3 saatlik baş başa görüşmenin orijinali gün ışığına çıkmazsa,
ABD'nin, rejime karşı kurduğu ittifak zinciri ve "Eğit Donat Faaliyeti" hatırlanmazsa,
Irak'ta, Şii Başbakan Nuri el Maliki'nin, Sünnileri dışlayan uygulamaları ve Ankara'nın tüm uyarılarına rağmen DEAŞ'ı doğuran, Suriye'ye taşıyan özgün koşullar yorumlanmazsa,
Davutoğlu'nun, bir kabine toplantısı sırasında Suriye-Irak haritasını açıp bölgedeki farklı etnik unsurların yerleşim yerlerini göstererek, Akdeniz'e inen homojen Kürt bölgesi kurulmasının mümkün olmadığı fikrini paylaşma biçimi tam olarak açıklık kazanmazsa,
Ankara ile yüzde 100 uyumlu Suriye politikası izleyen Fransa'nın, Paris'te patlatılan bombalar sonrası sadece DEAŞ'a odaklanmasına yol açan karanlık faaliyet aydınlatılmazsa,
ABD eski Başkanı Obama'nın basiretsizliğinin yanı sıra, Türkiye'nin önerdiği "uçuşa yasak bölge, güvenli bölge ve gerekirse ortak kara harekâtı" planına mesafeli duruşu bilinmezse,
TSK'nin o günkü komuta kademesinin, "Azez-Cerablus hattına harekât gerekliliğine" ayak sürümesi dikkate alınmazsa,
Esed, kimyasal silah kullandığında "kırmızı çizgisi aşılan" ABD'nin ikircikli tavrı bir kenara yazılmazsa,
Şii hilali peşinde koşan İran'ın Haşdi Şabi kartı ile Suriye sahasına girişi değerlendirilmezse,
TSK'nin, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, FETÖ'den ayıklanma süreci yeni yeni başlarken... Suriye sınırında güvenliği sağlama, DEAŞ'ı temizleme ve terör koridorunu parçalama yönündeki siyasi kararı ancak uygulayabildiği akılda tutulmazsa,
Rusya'nın, Suriye sahasında ABD'nin zafiyetini görerek, rejimden yana savaşın tarafı olmasının, sıcak denizlere ulaşıp Ortadoğu denklemine girmesinin detaylarına inilmezse,
ABD'nin, YPG/PYD terör örgütünü, Suriye Demokratik Güçleri adı altında toplayıp DEAŞ terör örgütüne karşı PKK terör örgütünü kullanmasının sinsi stratejik boyutu irdelenmezse,
Cenevre Müzakereleri, Astana ve Soçi Zirveleri'nin tutanakları ile Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı operasyonlarının objektif nedenleri masaya yatırılmazsa,
Ve nihayet...
AB'nin düzensiz göçle mücadele politikası ve Türkiye ile vardığı ama uygulamadığı mutabakat gündeme getirilmezse...
Suriyeli sığınmacılar sorunu ve Esed rejimi ile -istihbaratı aşan- siyasi içerikli temasların gerekliliği hakiki manasını ve karşılığını bulamaz!
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz