Ankara'daki "milli gün resepsiyonlarına" gidenler bilir... Üç ülkenin davetli sayısı ve profili diğerlerinden daha fazla ve farklıdır... "ABD, İngiltere, Almanya!" Her üç ülkeyi de ayıran temel özellikler hem geleneksel yerli müttefiklerini göstermesi hem de muhalif yelpazedeki unsurları yedeklemesinden kaynaklanır. Bir başka ifade ile bu üç ülkenin davetli listeleri bir yandan "dostluk!" ilişkisi kurdukları bürokratik, askeri ve sivil görünümlü kuruluşları günceller ve cümle âleme ilan eder diğer yandan da "demokrasi ve özgürlük" perdesi altında Türkiye'ye, bilhassa iktidara karşıt tüm figürlere sahip çıkıldığı güçlü şekilde vurgulanır.
***
Anılarını yazdıkları, emeklilik sonrası Washington'daki düşünce kuruluşlarında çalıştıkları için eski
ABD büyükelçileri,
Türkiye'deki muhtelif karar merkezleri için her daim dikkat çekici olmuşlardır. Temsil ettiği devletin ağırlığı da çoğu kez ortalama ABD elçilerini bile olduğundan büyük göstermeye yeter de artar... Bu kriterler ışığında görevdeki ABD Büyükelçisi
John Bass'ı nereye oturtabiliriz? Veya Bass önceki Büyükelçi
Francis Ricciardone'den çok mu değişik özelliklerde?
Öyle anlaşılıyor ki Ankara'ya gönderilen ABD büyükelçilerine, Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki "
devamlı emirler muhtırasına" benzer tarzda format atılıyor. Ankara'da takip edilecek dosyalar, temas kurulacak isimler, güvenilir akıl danışma odakları gibi... Hatta kendilerine verilen ilk ödevin, "
Resmi kanallarla konuşun ama diğer kanallardan edindiğiniz bilgileri esas alın" şeklinde olduğu da söylenebilir. Bizzat ABD'li yetkililerin açık ettiği bilgilere göre, ABD Büyükelçiliği'nin sorumluluk alanında 850 personel çalışmakta. Bu sayının büyüklüğü dahi kaynak çeşitliliğini ve sürekliliği göstermekte. Ayrıca, netameli her konuda ABD'li büyükelçilere kullanacakları kalıp cümleler de ezberletilmekte.
***
Hal böyle iken Büyükelçi Bass ve ekibinin daha bazı belediyelere kayyum atanmadan "
açıklama metni yazmaları" sürpriz görülmemeli. Bunun, bayram tatiline ya da personelin sehven tarihi yanlış girmesine bağlanması da söz konusu ama pek ikna edici değil. Kaldı ki mesele ABD'lilerin, seçilmiş yerel yöneticilerin yerine atanmışların getirilmesi ile ilgili kaygılarının ötesindeki stratejik hesaplarında düğümleniyor. Seçilmiş olmanın, terör suçu işlenmesine teröre yardım ve yataklığa istisna getirmeyeceği çok açık. Lakin PKK'yı terör örgütü olarak tanımlamakla birlikte PKK'ya müzahir gruplara, "
meşru güç" gibi bakan ve Türkiye'nin karşısına "
eşit tarafmışçasına" çıkaran ABD politikaları herkesin malumu. Bu durumda ABD Büyükelçisi Bass'ın, istemeden diplomasi sınırlarını aştığını, selefi Ricciardone'nin acemice çıkışlar yapan birisi olduğunu söylemek güç. Her iki ismin de kesinlikle Washington'dan aldıkları talimatı yansıttıkları düşünülebilir. ABD başkentinde pişirilen ama yeteri açıklıkla ifade edilemeyen hususların, büyükelçiler üzerinden "
yönetilebilir kriz ölçeğinde" dışa vurulması çokça başvurulan bir yöntem aslında.
Bu noktada, ABD'nin, FETÖ liderinin iadesi konusundaki tutumu da netleşiyor. Gülen'in iadesi sağlanırsa mutlak anlamda CIA içindeki bir ekibin tasfiyesi de gerçekleşecek demektir. Ve ABD, kazanabildiği zaman dilimi içinde FETÖ'nün 150 ülkedeki fonksiyonunu üstlenebilecek ya yeni bir aktör ya da yeni bir model bulmaya çalışacaktır. ABD'nin himaye ettiği kilit isimlerin önemli bölümünün Almanya tarafından korumaya alınacağını ve Türkiye'ye karşı kullanışlı enstrümana dönüşeceğini belirtmek için kâhin olmaya gerek yok!