Devlet öyle bir hal almış ki kurucu iradeden bugüne "Egemenlik kayıtsız şartsız milletin olmamış!" Milletin egemenliğine iç ve dış ortaklar eklenmiş. Ya anayasal kurumlar adı altında korumakontrol mekanizmaları işletilmiş ya da anayasal güçler dengesi bozularak siyaset kurumunun alanı daraltılmış. Seçilmiş iktidarlar ise ya olup bitenin farkına varamadan siyasi ömrünü tamamlamış ya da olayı fark etse bile gerçek anlamda muktedir olamadığı için gereğini yapamamış. Esasen bugün yaşananlar da iradenin ne kadar milli kalabileceği ile ilgili "kader mücadelesi"!
***
17 Aralık operasyonu, kriz anlarına özgü yapısal eksikleri göstermesi bakımından da ayrı bir önem kazandı. 2002'den bu yana geçen 12 yılda AK Parti'nin "
vesayet odaklarına" karşı mücadelesinde iki önemli boşluk bıraktığı ortaya çıktı:
1- Başbakan, meydan meydan dolaşıp, sandık zaferi elde ederken, devlet yönetiminde köklü değişikliğe gidemedi. Stratejik kurumlara mutemet isimlerin yerleştirilmesi yeterli sayıldı. Devasa devlet aygıtının kurumsal bazda öbek öbek bölündüğü, farklı tesirlerle hareket edebildiği biraz geç fark edildi.
2- "
Egemenlik", seçilmişlik olgusuna indirgendi. Egemenliğin kullanım biçimi ve sınırlarının anayasa ile yeniden tanımlanması bilinçli olarak engellendi. Siyasi ve idari sistemde, kontrolsüz güçlerin hesapları hep açık kaldı.
***
Teorik tartışmayı, güncel zemine çektiğimizde "
milli kapasitesinin" önemi daha iyi anlaşılıyor. Sadece, çözüm sürecine dönük son kontrataklar bile çok şey anlatıyor. Şimdi birileri çıkıp, terör örgütünün kadın sembollerinin Paris'te öldürülmesini bugünkü MİT ekibinin üzerine yıkmaya çalışırsa, buradan bir "
güven bunalımı" üretilmek istendiği düşünülür. Veya "
Öcalan, zaman zaman İmralı'dan çıkarıldı, bazı görüşmelere katılması sağlandı" iddiası taraftar bulursa, Türk milliyetçilerinin karşı harekete geçmesinin hedeflendiği sonucuna varılır. Bu yetmiyormuş gibi "
Paris suikastı Öcalan'ın bilgisi dahilindeydi" diye senaryo yazılırsa, İmralı'nın Kürt halk tabanındaki etkisini kırma girişimi akla gelir. Ve bütün bunlardan tek sonuç çıkar: "
Çözümü baltalama!"
Unutulmamalı ki gerek Gezi olaylarında, gerekse 17 Aralık planlamasında Kürt siyasi hareketi sahne almadı.
***
Devleti kilitleme, çözüm sürecini kesintiye uğratma çabalarına bir de "
El Kaide sosu" eklendi mi, durum iyice vahim hal alıyor demektir. Yani... Türkiye Cumhuriyeti'ni, "
Suriye'de, El Kaide'yi destekliyor" söylemiyle uluslararası topluma teşhir etme denemesi tehlikenin büyüklüğünü gösterir.
***
Tablonun parçaları bir araya getirildiğinde, "
anayasal kurumlar arası çatışma, algı operasyonuyla hükümeti zayıflatma, ekonomiyi belirsizliğe itme, terörü hortlatma, uluslararası ilişkileri sekteye uğratma" aşamalarının dantel gibi dokunduğu görülüyor.
Evet...
Bağımsız ve tarafsız yargının, objektif hukuk zemininde görevini yerine getirmesini ne kadar istiyorsak, masumiyet karinesini de o kadar gözetiyoruz. Meselenin bu tarafına ilave edilecek bir husus yok.
Ancak... Kimse bizden, işin stratejik boyutlarını görmezden gelmemizi beklemesin. Siyasi parti ayrımına girmeksizin, "
egemenlik satrancındaki hamleleri okuyan herkes" bu ülkenin geleceği, bağımsızlığı ve milli kimliğini koruma gayretinde taraftır!