"İrticayla Mücadele Eylem Planı" üzerine çok şey söylendi, yazıldı. Kâğıt parçası olarak başlayan yolculuk, "ıslak imzalı belge" aşamasına kadar geldi.
Demokrasiye müdahale niyeti deşifre olduğunda karşı atağa geçenler de oldu, zır inkâr edenler de. O tarihte Genelkurmay'da tanık olduğumuz manzara ilginçti. Albay Dursun Çiçek imzalı olduğu ileri sürülen belge gazetelere yansıyınca, karargâhta saat 06.00'dan itibaren ilgili odaların kilitlendiği, bilgisayarlara el konulduğu, soruşturma başlatıldığı bilgisi verildi. Bahse konu dokümanın askeri yazışma kurallarına uymadığı, dışarıda kurgulanmış olabileceği belirtildi. Hatta TSK'dan emekli, küskün subayların katkısı ile düzenlenmesi ihtimali bile dile getirildi. Albay Çiçek'in görev alanı için de "Kafkaslar" denildi. Yani, "iç tehdit" ile bağlantılı bir alanda çalışmadığı anlatıldı. Lakin bugün olduğu gibi o gün de Genelkurmay'ın, laiklik karşıtı eylemleri meşru sınırlar içinde nasıl izlediği, sivil sahaya ilişkin istihbaratı hangi yöntemlerle derlediği, mülki idareye ne derecede güvendiği, tespitlerini siyasal iktidarla paylaşıp paylaşmadığı hep açıkta kaldı. Cumhuriyeti kollama misyonuna, demokrasiyi yaşatma misyonunun aynı ağırlıkta eklendiği gösterilemedi.
***
TSK'nın iç dinamiklerini ilgilendiren malum haberler ve basına sızan gizli belgeler karşısında bazı komutanlar samimi biçimde,
"asimetrik psikolojik harekât" la karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardı. Söz konusu harekâtın merkezine dönük analizler ise farklı sonuçlar veriyordu. Örneğin, listenin başında
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un Nisan 2009'da Harp Akademileri'ndeki konuşmasında değindiği
"cemaat" olgusu vardı. Bir süre sonra denklem biraz değişti. Cemaat, olağan şüpheli kimliğinde tutulmakla birlikte, listenin ilk sırasına
"uluslararası istihbarat örgütleri" yerleştirildi. TSK'nın bölgesel rolünü ve gücünü zayıflatmaya çalışan yabancı ajanların elde ettiği bilgilerin, seçilmiş isim ve kurumlara servis edildiği savunuldu. Sanırım bu tezden yola çıkılarak TSK'da görevli personelle AK Parti arasında temas trafiği olup olmadığı da takibe alındı.
***
Gelinen noktada, askerle polis arasındaki mesafenin hayli açıldığını söyleyebiliriz. 10 Nisan'daki Polis Günü'ne, Genelkurmay'dan üst düzey katılım olmamasının emniyette burukluk yarattığı bilinmeyen bir durum değil. Askerler ise polisin son dönem uygulamalarını hiç gözden uzak tutmadı. Bomba yüklü kamyon hadisesinde olduğu gibi... Takip altındaki aracın jandarma sınırı geçildikten sonra polis bölgesinde durdurulması, ihbarın Genelkurmay'la paylaşılmaması, tv'lerin olay bölgesine toplanması ve TSK'nın adeta suç örgütü gibi sunulması ciddi rahatsızlık yarattı. Hatta geçenlerde yaşanan bir olay, işin tuzu biberi oldu. Sabah, mesaiye giden üniformalı bir subayın kullandığı araç, trafik ekipleri tarafından çevrildi. Subay, yasadışı bir faaliyetteymiş gibi sorgulanmak istendi ve
"görev kâğıdı" soruldu. Neyse ki emniyet müdürünün devreye girmesi ile kriz önlendi. İşte paranoyaya varan bu ilişki biçimi
"polisin yerine asker mi ikame edilmek isteniyor" kuşkusunu canlı tutmaya yetti de arttı.
Bütün bunları yazmamızın nedenine gelince... Islak imzalı belge için artık mahkeme süreci başladı. Hakkında kesinleşmiş yargı kararı olmadıkça kimseyi suçlu ilan edemeyiz. Ancak, bir çağrıda bulunmak hakkımız. İrticayla Mücadele Eylem Planı sonrasında,
"Sizi askerlik şerefimizle temin ederiz ki Genelkurmay'da böyle bir belge hazırlanmadı" diyen ve kamuoyuna güvence veren görevdeki komutanlar, ucu kime dokunursa dokunsun mahkemeye yardımcı olmalı. Yoksa yakında emekli olduklarında zaten konuşmaları gerekmeyecek mi?