Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, konumu gereği devlet organlarının uyumlu çalışmasını gözetmekle yükümlü. İki gün boyunca Kuveyt'teki temaslarını izlediğimiz Gül, dışarıya renk vermemekle birlikte anayasal kurumlar arasındaki akort bozukluğundan rahatsız. Genelkurmay ile hükümet, sivil savcı ile askeri savcı, Yargıtay ile Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı arasındaki gerilim hattının farkında. Bunları, kurumsal değil, alt düzeydeki personel arasındaki yetki çekişmesinin uzantısı gibi yorumlamayı yeğliyor. Kurumlar arası çatışma iddialarından hiç hazzetmiyor. Mevcut durumu "kriz" olarak tanımlamıyor. Şimdilik "rahatsızlık" diyor. Lakin ardından "Rahatsızlık büyürse Türkiye'nin görünümünü bozar" demeyi de ihmal etmiyor. Oysa ülke içindeki sorunlara fazla boğulmasa Türkiye, dışarıda etkili aktör ligine terfi ediyor. Örneğin, Gül'ün Körfez bölgesindeki ağırlığı çok fazla. 1 trilyon dolara hükmeden Kuveyt o zenginliğin teminatı olarak Türkiye'yi de görüyor. 1990'da Saddam kuvvetlerinin işgaline uğrayan Kuveyt bugün bile petrol ve gaz çıkan deniz sahalarında Irak'la sorunlarını halletmiş değil. İran'ın nükleer çalışma yaptığı istasyonlardan birine ise 100 kilometre mesafede. Haliyle tehdit algılaması üst düzeyde. Ve bu nedenle Irak-İran dengesini barış ekseninde kuran Türkiye'yi vazgeçilmez görüyor.
***
Gül'ün, sıkıntılı gündemi mercek altında tutan yaklaşımından
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın penceresine yaklaştığımızda manzara hayli ilginç. Babacan, Ağustos 2007'den bu yana MGK üyesi. Sorumluluk sahası ekonomi de olsa güvenlik konularına, sivil-asker, hükümet- yargı denkleminin tüm inceliklerine hakim bir isim. Dışişleri Bakanlığı döneminden gelen terörle mücadele birikimi de var. Üstelik Babacan hassas konularda öyle topa kolayca giren bir siyasetçi de değil.
Kuveyt dönüşü Cumhurbaşkanı güncel olaylara değinmek istemeyince -deyim yerindeyse- Babacan'ı kuşatma altına aldık. Babacan'la konuştuğumuzda Genelkurmay sesizliğini koruyordu. Bilgi sızdırdığı iddia edilen personelini takip için görevlendirdiğini söylediği subayların
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın evinin yakınlarında gözaltına alınmasına ilişkin açıklama henüz yapılmamıştı. Ki o açıklama, bulutları da tam dağıtamadı.
Babacan'a sorularımız yine de günün mana ve ehemmiyeti ile ilgiliydi.
"Demokrasinin zedelenmesi tehlikesini görüyor musunuz?" sorusuna Babacan'ın yanıtı, son yıllardaki değişimi özetlediği kadar bir ölçüde de iyimserdi:
"Türkiye'de pek çok şey oturdu artık. Ciddi bir demokrasi bilinci oluştu. Özgürlükler arttı. Hukuk devleti ilkesi benimsendi. Halk bunu yaşadı, olumlu sonuçlarını gördü.
Türkiye'nin eski dönemlerinde, istikrarsızlık dönemlerinde insanlar ilave bir istikrar unsuruna belki ihtiyaç duyuyordu. Belki demokrasi dışı çözümlerle alakalı... Hani 12 Eylül süreci falan. Artık Türkiye'nin güç alması gereken konu sadece kendisi. Halkın özgürlüğü, demokrasinin sağlamlığı. Türkiye'nin güç unsuru bu. Yani Türkiye istikrar arayacaksa, güçlü bir ülke, saygın bir ülke olacaksa, bunun zemini demokrasiden geçiyor, özgürlüklerden geçiyor."
***
Babacan, "Açık sistemlerde, oto kontrol mekanizmaları yapılamayacakları az çok belirliyor. Yapılacakları olabilecek çerçevede tutuyor. Örneğin özgür basın, internet ortamı var" dedikten sonra, benim yönelttiğim
"İyi de demokrasi dışı arayışları nasıl açıklıyorsunuz" sorusuna şöyle açıklık getirdi:
"Kurumsal bazda değil ama şahıslar bazında belki eski günleri özleyenler olabilir. Kişi bazında etkinliğinin kaybolduğunu düşünen ya da 'Eskiden biz şöyleydik, böyleydik' diyenler olabilir. Ama milli geliri 10 bin dolara çıkan, köy okullarındaki laboratuvarlarında internet bulunan bir ülkede olacak şeyler vardır olmayacak şeyler vardır. Yoksa bu kadar tartışmanın ekonomideki sonuçları farklı olurdu. Çünkü ekonomide göstergeler olaylar olup bittikten sonra oluşmuyor. Serbest piyasada beklentilere bugünkü ekonomi oluşuyor. Gerçekten büyük risk algılaması olsaydı ekonomik göstergelerde bunun sonucunu anında görürdük!"