Martin Heidegger Psikolojide Yargı Kuramı başlıklı doktora tezini hazırladığında 25 yaşındaydı. 34 yaşına girdiğinde Marburg Üniversitesi'nde felsefe profesörü olarak çalışmaya başladı. Dört yıl sonra 1927'de 20. yüzyılın en önemli felsefe kitaplarından biri sayılan Varlık ve Zaman'ı yayımladı. Bu eser, yazarını Türkiye dahil pek çok ülkede uluslararası bir üne kavuşturdu.
Heidegger'in adı, kendisi bu kavrama itiraz etse de, varoluşçu filozofların en üst sırasına yazılmıştır. 'Bırakılmışlık' meselesini yeniden yorumlamış, 'özgürlük' meselesine insan hayatı, varlık ve varoluş bağlamında çok farklı açılardan bakmıştır.
Önceleri felsefe dışı gibi görülen kaygı, sıkıntı, merak, korku gibi duyguları felsefe düzlemine taşıyıp tartışmıştır. Fenomenolojiden kopmamıştır. Bir yandan Kierkegard gibi öncü düşünürlerin açtığı yolu genişletmiş, bir yandan da 2. Dünya Savaşı'nın küllerinden doğan varoluşçu sanatçılara ilham vermiştir.
Heidegger'in, eserleri gibi tartışmalı bir hayatı olmuştur. 1933 yılında Nazi Partisi'ne katılmış ve sonrasında Freiburg Üniversitesi rektörü olarak atanmıştır. Nazi Partisi ile kurduğu bu ilişki çok kısa süreli olmasına ve hemen akabinde rektörlük görevinden ayrılmasına rağmen 1945'te Nazilere katıldığı gerekçesiyle yargılanıp üniversiteden uzaklaştırılmış, 1952 yılında hayranlarının baskısıyla tekrar dönebilmiştir.
***
Peki Heidegger rektörlükten ayrıldıktan sonraki yılları, savaş yıllarını, uzaklaştırılma yıllarını, emeklilik yıllarını nerede geçirmiştir? Elimizde tuttuğumuz kitap bu soruya 'bir kulübede' yanıtını veriyor.
Adam Sharr tarafından yazılmış, Engin Yurt tarafından çevrilmiş ve Dergah tarafından basılmış bu kitabın adı: Heidegger'in Kulübesi... Kitabı okuduğunuzda anlıyorsunuz ki 1930 yılında Totdnauberg kara ormanlarında yapmış olduğu kulübe düşünür için kimi zaman zorunlu, kimi zaman gönüllü bir sığınak haline gelmiş, dostlarını ve öğrencilerini burada ağırlamış, kitap ve makalelerini burada yazmıştır.
Heidegger, Nietzsche'nin şehri lanetleyen ve dağlarda kahramanvari bir yalnızlık arayan Zerdüşt'ü değildir belki ama modernizasyon ve vahşet fırtınasını atlatmak için kendisine Platon'unkinden farklı bir mağara seçmiştir. Ve dağ başında yaptığı bu kulübeyi yazılarında bir memleket haline getirmiştir.
Şehirdeki evinden 'aşağısı', dağdaki kulübesinden 'yukarısı' diyerek söz etmiştir ve bu yalnızca rakım belirten bir ifade değildir.
Düşünür için felsefenin özünü teşkil eden devinimler yukarıdaki dünyada daha açık ve seçik olarak görülebilmektedir.
Heidegger'in kulübesi Hölderlin'in Tubingen'deki kulesinden, Goethe'nin Weimar'daki sarayından, Nietzsche'nin Alpler'deki nekahet evinden, Thoreau'nun Walden Pond'daki barakasından farklı bir yerdir. Çünkü kulübe ve çevresindeki orman eserlerine bütünüyle sirayet etmiştir.
Neden taşrada yaşamayı tercih ettiğini açıklayan yazılar ve mektuplar yazma ihtiyacı hissettirmiştir.
***
Kulübe hem fiziksel bir gerçeklik hem de metafor olarak görülmüştür. Heidegger için bu mekan bir saflık kaynağı idi. Güneşin doğuşunda ve batışında, fırtınalarda ve kar yağışında, rüzgar fırıldağının çıkardığı seste, bulutların arasından gelen güneş ışığında ve bölgedeki bitkilerle hayvanların özelliklerinde insanı felsefeye yönlendiren öğeler bulunmaktaydı.
Kulübe yaşantısının bir uzantısı olarak Heidegger düşüncesi ile Heidegger düşüncesinin bir yansıması olarak kulübe çözülmesi zor bir sarmal oluşturdu. Oturma ve yer hakkında yazdıkları, özellikle 'İnşa etme oturma düşünme' ve '...Şiirsel olarak insan oturur' makaleleri 20. yüzyılın ikinci yarısında mimarları mekan tasarımı üzerinde düşünmeye zorladı. Uzamın yalnızca matematiksel olarak değil, aynı zamanda duygusal olarak da ölçülmesi ihtiyacını ortaya çıkardı.
Zaten Heidegger'in Kulübesi kitabını ilginç kılan özelliklerden biri de bu. Felsefi olmaktan çok mimari bir bakış açısıyla yazılmış. Kulübenin yapım ve yerleşim planları üzerinde durulmuş. Odaların şekilleri, pencerelerin büyüklükleri, içerideki eşyaların nitelikleri ve nasıl kullanıldıkları ayrıntılı bir biçimde açıklanmış. Kulübenin Heidegger, ailesi ve misafirleri tarafından nasıl kullanıldığına dair olabildiğince çok kaynaktan yararlanılmış ki bu kaynaklar arasında kulübeyi ziyaret eden şair, yazar ve düşünürlerin anlatımları da mevcut.
Eserin en keyifli yanı fotoğraflarla da desteklenerek görsel bir şölene dönüştürülmüş olması. Kendisi ile ölümünden sonra yayımlanmak kaydıyla bir mülakat yapan gazeteci Digne Meller-Marcovicz'in çektiği onlarca fotoğraf hem mekan hem de mekanın düşünür tarafından nasıl kullanıldığı konusunda bize fikir veriyor. Başkaları ve yazarın kendisi tarafından çekilmiş fotoğraf da çevreyi anlamamızı sağlıyor.
Arka kapak yazısında da belirtildiği gibi bu kitap felsefeyle ve mimariyle ilgilenenler için değerli bir kaynak ama felsefe ve mimari ile ilgilenmiyorsanız bile okumaktan keyif alabileceğiniz bir eser. Kesinlikle tavsiye ederim.