Mete Kaan Kaynar'ın hazırladığı Türkiye'nin1950'li Yılları adlı kitap emek verilmiş, benim de eksikliğini çektiğim önemli bir kaynak. Fakat kitabın sistematik hazırlanması gerekirdi. En azından bir bölümleme, bir tasnif yapılmalıydı. Bu eksik
Yıllarca üniversitelerde '1950 sonrası Türkiye'de Kültür ve Sanat' isimli bir ders verdim. Ders esasen 1960-2000 arasını kapsıyordu. Her 10 yıllık kesim dört bölümden oluşuyordu.
İlk hafta, 10 yılın dünyada ve Türkiye'deki genel politik, kültürel, sosyal panoramasını anlatıyordum.
Sonraki üç hafta da edebiyat-sinema-görsel sanatları irdeliyorduk. Bu dersleri alan, amfilere sığmayacak kadar çok öğrenci dersin okuma ve görsel malzeme bakımından ne ölçüde yüklü olduğunu bilir, hatırlar.
Birkaç yıldır bıraktım. Belki gene başlarım. Bu derslerde dönem ödevi olarak ne değerli çalışmaların yapıldığını övünçle söylüyorum. Son olarak da Amerika'daki bir öğrencim anlattıklarımdan hareketle bir Zeki Müren belgeseli hazırlıyor. Bana geldi. Yeniden o konudaki düşüncelerimi anlattım. (Bu Zeki Müren konusu ne kadar önemliymiş. Yrd.
Doç. Dr. Eser Selen de NYU Performance Studies bölümüne verdiği çok nefis ve çok değerli doktora tezinde Müren'i inceliyor ve benim o konudaki görüşlerimi değerlendiriyor. Daha büyük övgü düşünemiyorum...) İnceleme 1960 sonrasında başlıyordu ama her defasında ilk iki hafta genel olarak 1950'leri ele alıyordum. Türkiye asıl çıkışını o 10 yılda yapar. O dönemin edebiyatı, sineması, görselliği ve özellikle de popüler kültür alanındaki verimi başlı başına bir olgudur. Ama onun da ötesinde 1950'ler özellikle sosyo ekonomik nedenlerle büyük bir hamle dönemidir.
Nitekim ben de Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli kitabımın 2. cildinde bu konuyu uzun uzun el alıp dönüşümün nedenleri üstünde durmuşumdur.
Ayrıntılı olarak bakınca yeni dönem gerçekten şaşırtıcıdır. 1950'li yılları belirleyen iki temel olgudan söz edilebilir. Birincisi, henüz yurttaş olmamış, yurttaş sayılmayan, sivil ve toplumsal hayata katılmayan insan yani köylü genel oy ilkesinin ortaya çıkmasıyla birlikte siyasal özneye, siyasal bireye dönüşmüştür. Bugünkü mantıkla bu oluşumun önemini, anlamını yerli yerine oturtmak mümkün olmayabilir. Fakat konu gerçekten çok derindir. Bu nedenle de dönem kitlelerin büyük katılımıyla ortaya çıkan bir Demokrat Parti dönemidir.
İkinci önemli yanı dönemin doğrudan doğruya DP politikalarıyla ilgilidir ki, onu da gene tek bir noktada ele almak gerekir: kentleşme. Doğrudur, DP iktidarının çarpıcı yenilikleri tarımda yaşanmaktadır.
50 bin traktör devreye girmiş, bilhassa Çukurova toprağı hallaç pamuğu gibi atılmıştır. (Seyhan Barajı'nın etkisiyle de... Barajın açılışını genç Demirel yapmıştır, 32 yaşındadır, Bayar ve Menderes o konuşurken arkasındadır, daha sonra "Sen konuşacaksın dediklerinde, konuşmaya başladığımda sallandım" demiştir. Galiba Demirel siyasal hayatının açılışını da o gün yapmıştır. Elimizdeki kitabın 54. sayfasında o günün bir resmi var.) Burada belirteyim, Menderes'in 1950'li yıllar boyunca Türkiye'de yaptığı Thatcher'ın 1979 sonrasında İngiltere'de yaptıklarına benzer: merkantil, üretim yapan, kendine yeterli ama dış dünyayla da ilişkili bir devlet oluşturmak.
YENİ HAYATIN ZENGİNLERİ
Tarım alanındaki patlamanın adeta katma değeri kendisini kentleşmede gösterir. Taşra burjuvazisinin yavaş yavaş ticaret burjuvazisine dönüşümü, ticaret burjuvazisinin sanayi alanına finans ilişkileri üstünden girmesi neticesinde büyük kentlerin kıyısında başlayan fabrika hayatı bir yandan kırsal alandan başlayan göçü hızlandırırken kent hayatının giderek karmaşıklaşmasına yol açıyordu.
Yeni hayatın yeni zenginleri vardı. Bunlar 'hacıağa' diye bilinen, taşradan gelmiş insanlardı. Yerleşik ve daha ziyade azınlıklardan oluşan burjuvazi bu dönemde, Attila İlhan'ın romanlarında ele aldığı, iki kesime ayrıldı. Birisi komprador, dış dünyayla bağlantıları olan burjuvaziydi. Diğeri yerli, milli, gelenekçi ve dindar burjuvazi. (Bugün İstanbul-Anadolu sermayesi diye böldüğümüz burjuvazi.) İkinci kesim için söylenecek bir şey yok. Gayet dikkatli bir hayatla kendi kozalarını ördüler. Ama büyük burjuvazi yabancı sermayenin katkısıyla kısa sürede büyümüş, gelişmiş ve kent hayatını 'yenilemeye' başlamıştı.
İşte 1950'leri öncesinden ayıran buydu. Buna bağlı olarak evvela sahne ortaya çıkmıştı. Müzeyyen Senar ve kuşakdaşı solistler ve dönem kapanırken Zeki Müren: Sonra sinema büyük dönüşümünü yaşamıştı. (Düşünün o dönemin tüm filmlerinde fon müziği cazdır.) Edebiyat, varoluşçuluğun etkisine girmiş, 'bunalım edebiyatı'nı doğurmuştu. (O arada Attila İlhan'ın 'bulvar şiiri' çehresini göstermişti.) Öte yandan köy edebiyatı geliyordu. Tabii ki en geri kalan saha görsel sanatlardı ama orada da bir kıpırdanma vardı.
1950'ler maalesef iki büyük sorunla kapandı.
Önce DP demokrasi bakımından ciddi kısıtlamalar üretmeye başladı. Ardından darbe geldi ve bir çuval inciri berbat, taş taş üstüne konarak oluşturulmuş bir dönemi, bir birikimi berhava etti. Ama bu kadarı bile yeni gelişmeler doğurmaya yetmişti. Edebiyat, örneğin, gene Attila İlhan'ın 'sıkı' iddialarına ve polemist görüşlerine göre, baskı nedeniyle, sözünü açık söyleyemediğinden 'kapalı' İkinci Yeni Şiiri doğurmuştu. 1960'la birlikte başlayan yeni dönem de sol bir dünya görüşünün hızla yayılmasına, kök salmasına zemin hazırlayacaktı.
Bütün bunların ötesinde bir 1950'ler gerçeği var. O da şudur ve beni daima çarpmıştır. Bu yıllarda, bahsettiğim tüm bu dönüşümün ardında muhafazakar bir iktidar vardır. En büyük gerçek budur. İktidar muhafazakardır, örneğin ezanı yeniden Arapça okutmuştur. Bu iktidar köylüyle devleti 'buluşturmaya' çalışmıştır. (Demirel bana "Ben siyasete devletle köylüyü barıştırmak için girdim" demişti... Buluşturmadan barıştırmaya... Çünkü 1960 darbesi köylüyle devleti gene ayrı kutuplara itmiştir.) İktidar, toplumun geleneksel toplum yapısına ve değerlerine önem atfetmiştir.
Ama aynı muhafazakar iktidar İstanbul'un altını üstüne getirmiş, Osmanlı mimarisini yerle bir etmiştir. Kısacası hiçbir şeyi muhafaza etmemiştir.
Tek nedeni vardır bunun: bu, haydi 'ılımlı muhafazakar' çevre esasen CHP içinden çıkmıştı ve onun temel değerleriyle tam bir örtüşme, uyum ve özdeşleşme içindeydi. Batılıydı, laikti ve aynı zamanda, şimdi daha iyi anlıyoruz, gene 'Batılıca' bir muhafazakar anlayış içinde dine ve geleneğe saygılıydı. DP üst düzey yöneticilerinin ne köylüyle bir ilişkisi vardı ne de gelenekle. Metresleri, Batılı hayat tarzları, eşleri, baloları, şıklıkları içinde tam manasıyla Batılı, orta halin biraz üstünde neredeyse 'aristokratik' bir hayat sürüyorlardı. Keşke her şey bu çizgi üstünde devam etseydi. Ordunun kendinden menkul bir Kemalizmi restore etme girişimleri hiç olmasaydı.
O zaman bugün birçok şeyi daha erken bir tarihte çözmüş olacaktık.
II
Tüm bu konular Mete Kaan Kaynar'ın hazırladığı
Türkiye'nin 1950'li Yılları isimli kitapta ele alınıyor. Hemen belirteyim ki, başta anlattığım o derslerde hayli sıkıntısını çektiğim türden bir kaynak bu kitap. İletişim Yayınları'nın daha önceden hazırladığı ve Türkiye'deki siyasal düşünceyi, ideolojileri ele alan ansiklopedisiyle benzer bir mantıkta hazırlanmış. Konuyu ilk olarak ele alacaklar bakımından hayli verimli, yararlı, üretken bir kaynak. Bir ansiklopedi, bir derleme olduğu için de rahatlıkla birbirinden farklı kesimlere hitap etme özelliğini taşıyor. Çok emek ürünü. Bazı önemli eksiklerine rağmen konuyu boydan boya kat ediyor.
Bununla birlikte hemen altını çizeyim, bu kadar emek verilmiş bir kaynağın daha sistematik hazırlanması gerekirdi. En azından bir bölümleme, bir tasnif yapılmalıydı.
Bu eksik. O nedenle de kitap, evet, belli bir sıralama mantığı içerse de, art arda dizilmiş 'yazılardan' ve bazı iç/ çerçeve yazılardan meydana geliyor.
Bir bölümleme olmadığından onu biz yapalım.
Kitabın sosyo-ekonomiyi ele alan çalışmaları ve boyutu var. Hazırlayıcının 'Türkiye'nin Ellili Yılları Üstüne Bazı Notlar' başlıklı girişiyle başlıyor kitap. Çok daha kapsamlı olabilecek ve bence olması gereken bu yazı hayli kısa. Oysa bu temel metnin gerçekten daha derinlikli olması umulurdu. Onu izleyen bölüm ekonomiyi, emek rejimi ve emek hareketini, dış politikayı, siyasi düşünce hayatını, muhalefeti, demokrat parti iktidarı ve ordu ilişkisini, merkez sağı ele alıyor.
Bu bölümler elbette değerli.
Fakat bazı saptamalarım ve değerlendirmelerim var. Birincisi, bu yazılar konuları ve içerikleriyle ters orantılı hacimlere sahip. Bazılarının daha ayrıntılı olmasını insan diliyor. Hatta bu bir zorunluluk. Daha ayrıntılı ve çözümleyici bir perspektif sunulmadığı için yazılar ya bilinenin tekrarı olmuş ya da çok genel bir eskiz niteliği taşıyor.
İkincisi, ansiklopedi yazısıyla serbest bir akademik deneme arasında gelgitler yaşıyor yazılar.
YAZILAR GEREĞİNDEN KISA
Bu İletişim Yayınları'nda görülen genel bir özelliktir. Bahsettiğim kitapların rengini, revnakını bu özelliğinin sağladığını söylemek de mümkün.
Buna rağmen daha 'standart' bir analiz yapısının olmasını beklemek de bir o kadar hak. Bazı yazılar ise büsbütün 'serbest' bir yaklaşımla yazılmış ve konuyu o şekilde irdeliyor. Bilhassa çerçeve yazılarda bunu görmek mümkün. Hele bazı yazıların haddinden fazla kısa olması sadece bir saptama niteliği taşıyor ki, bir daha hazırlanması hayli zor olacak, uzun süre temel bir referans kitabı olarak kalacak bu yapıtta o kısıtlamaya daha fazla dikkat edilmeliydi. Bir değer nokta da şu: Bu tür çalışmalarda konuların gerçekten o alanın uzmanı tarafından yazılması beklenir. Oysa bazı yazıların ısmarlandığı ve genel bir ortalama gözetilerek yazıldığı anlaşılıyor.
Bu bölümün ardından daha toplumsal-kültürel yapıya dönük konular geliyor. 'Daha' diyorum çünkü, radyo ve siyaset, basın bu bölümde ele alınıyor.
Ve şaşırtıcı bir husus örneğin Zeki Müren'le ilgili yazı (Derya Bengi), her ne kadar konuyu ağırlıklı olarak basın üstünden izlediği için olsa gerektir desek de, basın konusunun işlediği bölümde bir çerçeve yazısı. Ve kitabın temel özleliklerinden birini yansıtacak şekilde hayli 'popüler' mantıkla yazılmış bir yazı. (Hele bitirirken kurduğu "Altmışların rönesansını galiba ellilerin Zeki Müren'iyle başlatmak yerinde olur. Birileri gelirken o dönüyordu." (aforizmik) cümlesi tüm benzeri tümceler gibi iddialı, hoş ama tabii ki, artık başka bir şey söylemeyip, tartışmalı diyeyim.)
DÖNEMİN POPÜLER KÜLTÜRÜ
Halbuki bana göre kitabın en önemli eksiği dönemin popüler kültürünü ele almamasıdır. Öyle olduğu içindir ki, bu konu da belirttiğim doğrultuda işlenmiş. Bu gerçekten ciddi bir eksik. Oysa söylenecek elbette çok şey var bu sahada. Kaldı ki, buna bağlı bir diğer eleştirimi getireyim: Bu ve benzeri konular, belki daha önce dile getirdiğim 'uzmanlık eksiği' nedeniyle, hayli genel çizgilerde ve konunun literatürüne ve kuramsal boyutuna, kavramlarına hiç değinilmeden yazılmış. İzleyen 'edebiyat ortamı'nı ele alan yazı (Aslı Uçar) ise kısa, kunt ve 1950'ler gibi edebiyata çok farklı ve geniş ufuklar getirmiş bir alanı çok yüzeysel olarak 'işliyor'. Ardından dönemin sineması irdeleniyor (Emrah Özen). Bu yazı kendi alanını diğerlerinden daha kuşatıcı bir yaklaşımla ele almayı başarmış.
Şaşırtıcı olanı bu yazılardan sonra kamu yönetimi (Nuray Keskin) yazısının gelmesi ve gene bu yazının içine yerleştirilmiş çerçevede de bir siyasetçinin (Osman Bölükbaşı) incelenmesi. Bu ilişkiyi ve izleği anlamak çok güç.
Ondan sonra köylüler ve kentliler (Sinan Yıldırmaz) makalesi, Kürt sorunu makalesi (Kerem Yavaşça) geliyor. Onları da tarihçi Mehmet Ö.
Alkan'ın 'Soğuk Savaş'ın Toplumsal, Kültürel ve Günlük hayatı İnşa Edilirken' başlıklı yazısı izliyor.
Çok değerli bir 'döküm' bu yazı. Ama kitabın 'editoryal' ilişkileri bakımından bazı sorunları var.
Başka yerlerde bölümler olarak ele alınan konuları, örneğin sinemayı, edebiyatı, dergileri Alkan kendi yazısı içinde ayrıca irdelemiş. Elbette bağlam önemlidir ve bu gayet meşru bir tutumdur. Ama mesele bu 'uzak' bakışın ele alınan konuyu böylesi iddialı bir yapıtta ne ölçüde temellendirdiğidir.
Sonra da Alkan muhtemelen kendi 'merakı' doğrultusunda ve akademik çevrelerde çok görülen genelci bir yaklaşımla kahve-çay tiryakiliğini, bir futbol kupasını, bir Amerikan propaganda şarkısını 'veriyor'. Öğreniyor ve memnun oluyoruz. Ama konuyu derinleştirmek açısından o kadar önemli değil. Belki başka ve ilgili diğer bölümlere dağıtılsaydı daha dikkat çekici olabilirdi.
Kısacası bu kesimleri bir bütün halinde, bir birikim olarak çok önemli ve değerli buluyorum ama belirttiğim noktaları da birer eksik olarak saptıyorum.
III
Şimdi geriye dönerek kitabın siyasal konuları ele aldığı kesimleri de yeniden gözden geçirmek istiyorum. Bu bölümün üzülerek itiraf edeyim en zayıf yazısı olarak 'Siyasi Düşünce Hayatı' (Tanıl Bora-Kerem Ünüvar) başlıklı bölüm. Çok daha zengin ve güçlü olmasını beklerdim. Örneğin çerçeve yazı 'Vatan Cephesi' (Yasemin Doğaner) yazısı bu türden. Hayli kapsamlı ve konuyu derli toplu ve yerli yerinde irdeleyen bir çalışma bu. Çeşitli yazılarda geçerken incelense bile solun ele alınışı çok yüzeysel. Adeta geçiştirilmiş. Gerçi bu konu bir de Hikmet Kıvılcımlı'nın (Cenk Ağcabay) irdelenmesi vesilesiyle söz konusu ediliyor. Gene de yetersiz. (Zaten sol siyaset ve kültür bu kitapta genel olarak eksik, hatta hiç yok.) Arkadan gelen 'Muhalefet' (Anıl Varel) yazısı ise çok önemli saptamalar içeriyor.
Burada da 1950'lerin sonuna doğru CHP'de gelişen dinamikler biraz daha kapsamlı bir biçimde ele alınmalıydı derim. Sonraki 'Tahkikat Komisyonu' (Oral Özdemir) yazısı gene çok başarılı. Aynı şekilde 'Merkez Sağ' (Bayram Koca) yazısını da çok önemli buluyorum. Dönemin ana konularının tümünü çok dengeli bir biçimde irdeliyor.
Bu bölümü tamamlarken de belirteyim. Bazı olaylar, çok seçmeci bir bakış açısıyla, çerçeve yazı olarak irdelenmiş. Bazı kişiler de. Örneğin Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu (Tanel Demirel). Doğrudur, liberal düşünceyi savunması bakımından ilginç bir isimdir ama bu tür ayıklamalar yapılacaksa onun daha somut bir mantığını olması gerekir. O olmadığı içindir ki, çok önemli bazı isimler ve olaylar dışarıda bırakılırken bazı olay ve kişiler ayrı çalışmalara konu edilmiş.
TEMEL KAYNAK OLACAK
Son bir noktaya değineyim arkada yer alan bir 'yazarlar' bölümü var. Bir kere bazı isimler eksik.
Örneğin Derya Bengi. İkincisi kimin kim olduğu herhalde, 'yazar, editör' gibi tanımlamalardan biraz daha ayrıntılı verilmeli. Böyle 'herkes tanıyor' mantığı bu tür kitaplarda pek o kadar uygun düşmez. Hele akademik şahsiyetler bakımından bu konu daha da önemlidir.
Tüm bunları belirtmek istedim. Tekrar edeyim, çok uzun yıllar bir temel kaynak olarak kalacak bu kitabın daha özenli, dikkatli hazırlanmasını dilerdim. Ama bu haliyle de çok önemli, başarılı bir çalışma, ondan önce de başarılı, önemli, değerli bir girişim bu. Besbelli diğer 10 yıllar 1950'li yılları izleyecek. O zaman bu çizgide yayınlanacak her kitap daha da değer kazanır. Ayrıca kitabın bazı genç akademisyenleri, yeni isimleri sahaya getirmesini de ayrı bir kazanç saymak gerekir. Eksiklerini de bir ilk hamle olmasına verelim.