ABD 2. Dünya Savaşı'ndan, bir tarafta dünya üretiminin yarısını temsil eden bir ekonomik güç; diğer tarafta ise, 'asimetrik düzen' ve 'kapitalist sistem'in tartışılmaz lideri olarak çıktığında, uluslararası ekonomi-politik düzeninin temsilcileri olan Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, GATT ve NATO'yu kendi koordinasyonu ve emrinde kurdurarak, 'küresel' patronajlığını da ilan etmişti. ABD dolarını da küresel bir finansal güce dönüştürmüştü. Ta ki, 2000'li yıllara kadar. O 2000'li yıllar ki, küresel ekonomi- politik sistemin yeni 'yükselen' çekim merkezleriyle tanıştığı ve bu sürecin dünya siyaseti ve küresel ticarete bire bir yansıdığı bir 18 yılı geride bıraktık.
Bu süreçte, yeni 'yükselen' çekim merkezlerinin de içinde yer aldığı G20 kulübü, ABD'nin çağrısıyla bir araya gelmiş olsa da, Doğu-Güney İttifakı, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü'yle, Batı-Kuzey İttifakı, diğer bir deyişle Atlantik İttifakı'na karşı, 'Pasifik' ve 'Güney Yarımküre'nin önlenemez yükselişini başlattı. ABD, bu süreçte, Rusya ve Çin'in küresel 'güç merkezi' olarak öne çıkmalarından ciddi rahatsızlık duyması bir yana, 1990'lı yıllardan bu yana, Avrupa Birliği merkezli olarak, Almanya ve Fransa'nın 'Tek Avrupa' projesi kapsamında, yeni bir ekonomik, parasal ve askeri güç olma heveslerinden de hoşnut olmadı. Bu nedenle, 'Tek Avrupa' idealinin İngiltere'nin Brexit kararıyla ciddi yara almasından da, son NATO zirvesinde, Almanya ve Fransa'yı, Trump'ın küstah ifadeleriyle, askeri yetersizlikleri boyutunda ağır bir dille eleştirmekten son derece memnun.
ABD'nin, bu süreçte hesabının şaştığı ve bir türlü anlamamakta ısrar ettiği konu, Türkiye'nin 'küresel meydan okuma' becerisi. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, birçok badireyi 'zümrüdü anka' kuşu gibi, küllerinden yeniden doğarak atlatmış olan Türkiye, 1071'den beri 'sömürgecilik nedir' bilmez; tersine, 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni dünya düzeninin tüm kurumsal altyapısında 'kurucu ülke' pozisyonundadır. Bu nedenle, Atlantik İttifakı'nın en önemli müttefiki ve bir parçası olmayı her zaman bilmiştir. ABD'nin stratejik hatası, tarihi boyunca hep 'dik durmuş', küresel diplomaside her zaman ağırlığını hissettirmiş olan Türkiye'yi, 'tehdit' veya 'şantaj'la sıkıştıracağını zannetmesidir.
Aksine, son 16 yılda, 3 kat milli gelirle, 860 milyar dolarlık bir katma değerin yüzde 20'sini ihraç eden, tek başına 32 milyar dolar 'insani yardım' yürüten, sert gücü Türk Silahlı Kuvvetleri'yle, yumuşak gücü TİKA, AFAD, Kızılay, Yunus Emre Enstitüsü ve Maarif Vakfı'yla destan yazan bir Türkiye'den söz ediyoruz. Küresel sistemdeki tüm mazlumlara ilham, cesaret, enerji veren bir Türkiye. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın vizyon ve liderliğiyle perçinlenen 'küresel meydan okuma' becerisini, bu becerinin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'yle ulaşacağı düzeyi, Sayın Başkanımızın ifadesiyle, Türkiye'nin küresel ölçekte yükselen güç merkezleriyle derinleştirdiği ilişkilerine duyulan kıskançlık ve öfkenin kodlarını iyi okuyalım.