Çarşamba günü bir nedenle günü birlik Ankara'ya gidip geldim. 8 yaşımdan 38 yaşıma kadar yaşadığım bu kent benden gitgide uzaklaştı. Bir on yıl daha dişimi sıkarsam zaten İstanbul'da geçirdiğim zaman Ankara'da yaşadığım süreyle eşitlenecek. Şimdi 20 yıl önce bıraktığım kent bile yerinde yok, nerede kaldı o havaalanını ilk kez gördüğüm 1966'nın Ankara'sı.
Gene de bizi havaalanından kente götüren, bir zamanlar ip gibi uzayan şose bir yoldu, büyük bulvarın iki yanında uzanan, İstanbul'da hiç görmediğim büyük, ıssız, geniş ova bende farklı duygular uyandırıyor.
Bunca uzun bir zaman ötesinden, yani yarım yüzyıl ötesinden baktığım zaman Ankara'yı, bambaşka bir coğrafyanın ve bambaşka bir beşeri coğrafyanın şehri olan Ankara'yı içimi ısıtan düşünceler ve anılarla kavrıyorum.
Zaten bir 'Ankara Sözlüğü' yazıyorum. Yavaş yavaş. Acele etmeden. Elimdeki işleri bitirdiğimde, akşamın ağırlaşan saatlerinde, bazen daha geç, üniversitedeki odamın kitaplığında duran eski Ankara telefon rehberlerini açıp unutmadığım ama aklımdan çıkmış eski kurumları, mağazaları, eğlence yerlerini teker teker gözden geçirip, bendeki intibalarını yazıyorum. Kişisel bir bellek haritası, anılar izleği. Bir gün bitiririm.
***
Evet, Ankara dönüştü, son yirmi yılda. Dediğim gibi, yıllar yılı kralların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların iki yanı gecekondularla çevrili o ip gibi yoldan getirilip götürülmesini hiç anlamamıştım. Bir darbede oraya işte bir bulvar yapıldı.
Söğütözü yıllarca bizi İstanbul'a yolcu eden yoksul kavak ağaçlarıyla kaplı bir yol kıyısıydı.
Kasalar, Balgat, Öveçler üniversitelere gidip gelirken yanından geçtiğimiz çaresiz semtlerdi. Şimdi hepsi dönüştü. İyi de oldu. Hiç ayak basmadığım semtlerin adını da imkânlarını da eşten dosttan duyuyorum.
Ben öyle her dönüşüm kötüdür, her şey olduğu gibi kalsın diyenlerden değilim. Ne yapalım, kızanlar kızsın. Ama bu dönüşümlerin muhakkak bir
estetik ve işlev temelinde olması gerektiğine de inanırım. Sadece Ankara'nın değil tüm Türkiye'nin sorunu bu.
***
Nedir o sorun, size söyleyeyim. Nasıl bugün kıyı kasabalarına falan gittiğinizde okulları ve diğer devlet bürokrasisi binalarını hep bir örnek, '
Bayındırlık Bakanlığı tip projesi' çerçevesinde yapılmış görürsünüz de içinizi bir kasvet basar ya, inanın, bundan şu kadar yıl sonra bugünkü dönüştürümle inşa edilmiş binaları gördüğünüzde de benzeri duygular uyanacak içinizde. İstanbul'da daha çok bunlardan. Dönüştürmenin birinci ilkesi bu:
işlevsel, yaratıcı bir estetik olmalı.
Bu olmadığı gibi, kentlerimizde neredeyse '
oyun/ eğlence estetiği' (ludic aesthetics) diyeceğim bir anlayış hâkim. Ankara'da altından geçtiğimiz kapılar, gol atan futbolcu, Gulliver, saatler, kurulan lunapark daha birçok şey. Bütün bunlar
modernlik sonrası (post modern) bir süslemeciliği, tiyatro dekorlarını anımsatan unsurlar.
Hatta o gökdelenlerin '
çağdaş' denen mimarisi bile bütün kentlerde bu manayı, maksadı taşıyor. Bir şeylere '
benzeyen/ benzetilen' yapılar bunlar. (Paris'te de böyle.
Namlı mimar
Frank Ghery, Louis Vuitton binasını saçma bir şekilde gemiye benzetti.)
Şatafatlı ama fazla manası olmayan yapılar
bunlar.
İşte böyle bir kent Ankara artık. Her şeye rağmen büyümüş, genişlemiş, bir kent.
Sokaklarında dolaşmıyorum. Arasam eski mağazaları, kitapçıları, kırtasiyecileri bulabilir miyim, hiç sanmıyorum. Aramıyorum da. Ama o eski, büsbütün eski Ankara'nın da gözümüz gibi korunması gerektiğine inanıyorum.
Gökçek ilk defa Ankara'da bu şansı yakaladı. Kent merkezini bırakıp etrafı geliştirdi.
Merkez Ankara'yı, tıpkı
Paris,
Londra gibi, şimdi bir 'müze kent' olarak koruyabilir.
Yıllar gibi kentler de geçip gidiyor...