Aklımın erdiklerini söyleyerek yaşanan krizi bir de ben yorumlayayım. İşin başlangıcı olarak Öcalan'ın mektubundaki bir satırı, bir vurguyu görüyorum. Öcalan hiç beklenmedik bir noktadan hamle yaptı ve Süleyman Şah türbesinin Eşme'ye taşınmasını dile getirerek 'Eşme ruhu'ndan söz açtı. Bu, Türk-Kürt ilişkilerinde hiç öngörülemeyen ölçüde bir ileri hamleydi. Öcalan, kendi kurucu atanızın mezarını getirip Kürt bölgesine yerleştirirseniz, bu bizi en ileri şekilde kabullendiğinizi gösterir demek istiyordu.
Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan, bu tür çıkışların yarattığı tedirginliği gördü, hareketin mevcut çizgisinde ilerlemesinin milliyetçi-muhafazakâr tabanda müthiş bir gerilim yaratacağını hissetti ve süreci kendi kontrolüne taşımak istedi. Dolmabahçe protokolünü, İzleme Heyeti'ni eleştirdi, hatta reddetti.
***
Çıkışının neye yol açacağını biliyordu. Düşüncesini çekinmeden uyguladı. Böylece
üç şeyi gerçekleştireceği kanısındaydı. Birincisi, dediğim gibi, süreci
kendi kontrolüne alıyordu. İki, hükümet-Cumhurbaşkanı gerilimini işaret ederek
Başkanlık sistemi yönündeki taleplerine
somut bir zemin hazırlıyordu. Üç, hükümeti geriye iterek kendisini öne alıyor, bundan sonraki seçim döneminde Ak Parti ile kendisi arasında yeni bir
özdeşlik kurmak istiyordu. En azından Erdoğan'ın partiden, yönetimden
kopmadığı izlenimini kamuoyuna yaygınlaştırmak arzusundaydı.
Üç dayanaklı bu hamle anlaşılabilir bir şeydi. Çünkü kamuoyu, Ak Parti'yi '
Erdoğan sonrası dönem' içinde algılamaya başlamıştı. Yeni dönemin ve koşulların
oya nasıl dönüşeceğini kimse yeterince bilmiyordu. Oysa Erdoğan açısından durum somuttu. Daha altı ay önce
% 52 oy almıştı. Gene kendisinin odak noktasında olduğu bir seçim döneminde aynı oran olmasa bile dişe dokunur bir düzeyi tutturacağını hesap ediyordu.
***
Bu hamleden sonra ortaya çıkan ve
krizin ikinci bölümünü meydana getiren '
açılımlar' ise başka bir temel olguya işaret ediyor: Ak Parti içinde, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra
kanatlar oluşmuştur. Bu kanatları Başkanlık sistemi tartışması hazırlıyor. Bir grup Başkanlığı
kabul edilebilir görürken diğer grup bunu henüz aynı ölçüde
benimsemiyor.
Arınç, ikinci grubun önlenemez çıkışını yaparken
Gökçek, başka nedenlerle de olsa, ilk grubun merkezini oluşturmaya çalıştı. Bunlar
eşit güçler miydi tartışması bile abes. Bu derecede sarsıcı girişimine rağmen
Arınç hâlâ partide
tartışılamıyor bile. Ama iki siyasetçinin teker teker sahip oldukları bu güçler temsil ettikleri pozisyonların güçlerini göstermez.
***
Erdoğan'ın hesabı da muhtemelen o noktada. Bu şartlara bakıp,
Davutoğlu'nun politikadaki yerini hesaplayıp
yeni stratejisini ortaya koydu. Böylece hem
ardında kalan boşluğu doldurmaya çalışıyor, hem muhtemel bir
seçim başarısının sahibi olacak, böylece kendisinden sonraki dönemin de sadece sahibi değil '
kahramanı' konumunda kalacak.
Her hesabın bir gerçekleşme olasılığı vardır.
Erdoğan o hesapları yapmıştır.
Demirtaş'ın beklenmedik biçimde
Kandil'i eleştirmesi, 'İzleme Heyeti
kırmızı çizgimiz değil' demesi, bence önemli bir göstergedir. Ama her şey olup bitti demek için de vakit çok erkendir. Hele parti kendi kendisini böyle zorlarken.
Eskiler '
gün doğmadan meşime-i şebden (gecenin rahminden)
neler doğar' derdi.