Kemalist rejimin ideolojik karakterinin ne olduğu başlı başına bir sorudur.
Rejimin kurulduğu ve kendisini konsolide ettiği dönem olan 1930'lardan sonra, yarattığı ortam içinde bu sorunun cevabı yeterli bir özgürlükle aranamadı. Fakat rejim kendisini bu arayışın içinde tuttu. Özellikle Kadro dergisi bu konuda sistematik bir yayındı.
Gene o dönemde CHP Genel Sekreteri olan Recep Peker'in İtalyan faşizminden etkilenen bir yapı kurma çabası söz konusuydu. Netice olarak Kemalizm kendisini dönemin önde gelen iki büyük rejiminden, faşizm ve sosyalizmden, ayrıştırarak ele almayı benimsedi.
Bu irdeleme daha sonra da yeterince yapılamadı.
Buna mukabil Kemalizmin farklı kanatları gelişti ve bunlar sağ Kemalizm- sol Kemalizm olarak ele alındı. Kemalizm bir total ideoloji olarak, kurucu bir devlet ideolojisi olarak her iki anlayışın da zeminini oluşturmaktaydı. Arada farklar elbette vardı. Sağ Kemalizm, onu, sınıf farklarını reddeden, toptancı bir toplumsal kalkınma modeli olarak benimseyen, elitist, Batıcı bir çerçeve içinde değerlendiriyordu. Sağ Kemalizmin bilhassa Soğuk Savaş yıllarında geliştirdiği temel felsefe bu anlayışın komünizme kapalı olmasıydı. Hatta komünizme uzak kalmak için Kemalizm kullanılıyordu. Ordu bu kesim tarafından da Kemalist ve anti-komünist kabul ediliyordu. Devlet ve ordu bütünlüğü, toplumun her iki kuruma dönük 'sarsılmaz' inancı ve bağlılığı gene sağ Kemalizmin parametreleri arasındaydı.
Sol Kemalizm ise tam tersi bir noktadaydı. Bu kurucu ideolojinin sola açık olduğunu iddia ederek başlıyordu. Bu sol eğilimi doğuran etmen Kemalizmin 1920'lerdeki anti-emperyalist içeriğiydi.
Bilhassa Lenin-Mustafa Kemal arasındaki ilişki ve SSCB'nin Kurtuluş Savaşı'nı desteklemesi daha sonra (hatta o dönemde bile) kurulan rejimin de sol kabul edilmesine yol açıyordu. Solun, Marksist bir anlayış ve sosyalist bir devlet yönetimi olarak telakki edilmesi durumunda bu yorum sadece bir tahayyüldü.
Kemalizm, sol bir platformda ele alınacaksa, bu Fransız Devrimi'nin solculuğu bağlamında anlam ifade ederdi.
Öte yandan sol Kemalizm 1960 sonrasında dönemin ruhuna uygun bir biçimde ama Kemalizmin özüyle de bütünleşecek şekilde sadece bir noktada ısrarcı oldu: Politik sistemin asker ve bürokrasi ittifakıyla değiştirilmesi. Bu koalisyona bir de öncü aydınları eklemek gerekir. Bu üçlü benim Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli kitaplarımın birinci cildinde ayrıntılı bir şekilde ele aldığım gibi, 'tarihsel blok' dediğim kanadı oluşturuyordu. Söz konusu bloğun Osmanlı-Cumhuriyet çizgisinde değiştirici/dönüştürücü bir gücü vardı elbette fakat aynı kuvvetin 20. yüzyılın ikinci yarısında aynı yöntemle toplumu bir kere daha baştan aşağıya yenilemesini beklemek zordu. Zor olduğu için de bu kanat sürekli olarak askeri müdahalelere başvurmak zorunda kaldı. Ayrıca bu kanadın öne ittiği sol toplum analizi yani sınıf çatışmalarına dayanan bir tarih irdelemesinin klasik Kemalist doktrinle uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Bütün bunlar Kemalizmin 1980'lere, hatta 1990'lara, hatta 2000'lere kadar büsbütün 'eklektik' ve meçhul bir kavrama dönüşmesine yol açmıştı. Klasik doktrinin karmaşık yapısını izleyen dönemde 1960'lar sol, 1971 sağ, 1980'ler bürokratik, 1990'lar laisist bir Kemalizm üretmişti.
Kısacası, bir 'söylem' olarak Kemalizm her dönemde farklı bilinç kurgularıyla birlikte ele alınmış ve yeniden üretilmişti. Bu kurgulamaların hiçbiri Kemalizmin ne olduğu, kökenleri, kaynakları konusunda kalıcı ve köklü bir değerlendirmede bulunmuyordu.
Şimdi elimizde duran Stefan Plaggenborg'un Tarihe Emretmek (çeviren, Hulki Demirel; İletişim Yayınları) kitabı münhasıran bu konuya eğiliyor. Bu nedenle ilginç ve önemli, bundan sonra çok atıfta bulunulacak bir kitap.
AVRUPA BAĞLAMINDA TÜRKİYE
Plaggenborg'un kitabı önemli bir altbaşlığa sahip:
Kemalist Türkiye, Faşist İtalya, Sosyalist Rusya.
Son derecede doğal bir başlık bu, esasen. Üç rejim, birbirine çok yakın dönemlerde doğdular ve birbiriyle iç içe geçerek oluştular. 1917 Rus İhtalili'ne tanıklık ederken, Rus devrimcileri ve Jön Türkler zaten Avrupa'nın çeşitli kentlerinde, birer sürgün olarak bir araya gelmiş ve birbirlerinden etkilenmişlerdi.
Hele 1908 Jön Türk Devrimi, Rusların büsbütün ilgisini çekmişti. Troçki başta olmak üzere bütün Rus devrimcileri konuyla yakından ilgiliydi.
Troçki'nin tanımlaması ise sonraki dönemlerde kullanıldı:
1908 Devrimi 1917 Devrimi'nin kostümlü provasıdır! 1920'lerde ise Stalin meseleyi bambaşka açılardan değerlendirecek ve Kemalizmin 'sol/sosyalist' bir model olmadığını şiddetle yazacaktı.
Öte yanda, 1920'lerde (1923-24) kurulmuş bir faşizm vardı ve Kemalizm bu ideolojiyle çok daha ciddi yakınlıklar gösteriyordu. Her şeyden önce faşizmin sınıf savaşlarını reddedip sınıf dayanışmasını öne çıkaran korporatist dokusu Kemalistler için bulunmaz bir imkandı. Onu sonuna kadar kullandılar. Buna bir de 1930'lar sonrasında büsbütün lider kültüne, tek parti yönetimine ve diktatoryel tutumlara dayanan neredeyse 'yeni faşizm' denen çok daha ırkçı ve radikal momentumu eklemek gerekir. Kemalizmin bu açılımdan da olabilecek en geniş şekilde etkilendiği muhakkaktır.
Plaggenborg, kitabını oluşturan yedi bölümde bu konuyu irdeliyor. İlginç bir biçimde, Türkiye'deki Kemalizm irdelemelerinin kısırlığını zamana yayılmış 'milliyetçi' yaklaşımlara bağlıyor. Bu önemli bir saptamadır. Buradaki milliyetçilik kavramını dar ideolojik bağlamından çıkarıp daha geniş bir anlamla bütünleştirmek gerekir. 'Milli' duygular veya dürtüler de denebilir buna ki, doğrudur. Çok endoktriner bir biçimde işlemiş olan 'bize özgülük' düşüncesi, Kemalizmin çekirdeğinde diri tutulmuş 'kurtarıcılıkkurtuluş' kavramıyla bütünleşince ortaya bu türden 'tutuklukların' çıktığı muhakkaktır.
Kitabın ikinci önemli kategorik saptaması ise daha dikkat çekici. Plaggenborg, bu mukayeseli değerlendirmesiyle Türkiye'yi, kesinlikli bir biçimde 'kendisine özgü'lükten, dolayısıyla da 'içine kapalı' olmaktan çıkarıp, Avrupa bağlamına yerleştiriyor.
Bu önemli, yeniden değerlendirilmesi gereken, ilginç bir saptamadır.
Böylesi bir genel arka plana yaslanan kitap temel tez olarak Kemalizmin Sosyalist Rusya'yla elbette Stalinist dönemde, başlangıçtaki 'romantik' ve 'reel' ilişkinin dışında, irtibatlandığını belirtiyor ve bunun da daha ziyade kişisel kült, liderlik modeli ile bağdaştığını saptıyor. (Bu tespit kitabın bütün bir ilişki zincirini ayrıntılı şekilde ele almadığı anlamına gelmiyor.) Fakat modelin temel kurgusunun İtalyafaşizm ekseninde oluştuğunu belirtiyor. Kitap, teorik bölümün ardından, hiçbir bölümde mukayeseyi analiz dışı bırakmaksızın, ikinci bölümde 'diktatörlüğe giden üç yol', üçüncü bölümde 'yeni rejimler ve düzenler', dördüncü bölümde 'büyük adamlar ve lider kültü', beşinci bölümde 'baskının dinamikleri', altıncı bölümde 'devlet ve din', yedinci bölümde 'diktatörlükten çıkışın üç yolu' konularını ele alıyor.
EKSİKLİKLER ELBETTE VAR
Her bölüm, Türkiye'nin bugün de tartıştığı bir temel konuyu sorgulaması bakımından son derecede yararlı ve işlevsel bir çerçeve sunuyor. Bir bütün olarak da kitap, sonuna kadar nesnelliği elinden bırakmayarak, ciddi ve sorumlu bir analiz sağlıyor.
Kemalizmin anlaşılması, iç dinamiklerinin tanınması, etki kaynaklarının saptanması bakımından ilk defa bu derecede muhtasar bir birikim ortaya koyuyor.
Kitabın bizim bakımımızdan yerli kaynaklara daha fazla eğilmesi beklenirdi.
Bu, yabancı yayınların genel bir sorunudur. Gene de Plaggenborg'un temel metinleri dikkate aldığı söylenebilir.
Eksikler elbette olacaktır. Onu da bundan sonraki çalışmaların tamamlaması beklenir.
Kemalizmi değerlendirmek Türkiye'de bugün bile başlı başına bir sorun.
1990'lardaki son büyük kalkışmasının ardından ve özellikle de toplumsal planda yaşanan değişimlerle bir 'kült ideoloji' olarak şimdi kendisine yeni bir yatak arıyor. Belli dönemlerde sosyal demokrasi gibi bazı ideolojik açılımları hiç değilse telaffuz etmiş, sonradan onların hepsinden arınarak yeniden Kemalizmle bütünleşmiş, esasen bu ideolojinin kurucu siyasal örgütü olarak vücut bulmuş CHP, söz konusu ideolojinin yeni arayışlarına zemin bulma çabasında. Kısacası bugün de Kemalizm üstelik bir siyasal örgütle tümleşik olarak kendisini toplumsal planda konumlandırıyor ve işlevsel hale getiriyor.
Bunun ne derecede mümkün olduğu başlı başına bir soru olmakla birlikte, 21. yüzyılda diğer iki ideolojiyle mukayese edildiğinde, mevcut durumun kendi içinde bir gerçekliği dile getirdiği açık.
Plaggenborg'un kitabı diğer özelliklerinin yanı sıra bu 'anakronistik' durumu açıklamak için de okunabilecek, yararlı, zengin, ufuk açan bir metin.