Edebiyat kamusaldır. Oluşması için sadece yazarın varlığı yetmez. Okur da olmalıdır. Ancak okuryazar etkileşimi içinde vücuda gelir edebiyat. Bu gerçek bilindiği için okur olan herkes kendinde edebiyat hakkında fikir yürütme yetkisi görür. O nedenle de herhangi bir "çok satar" kitabı okuyup beğenmiş kişi onu yüksek edebiyat sanır ve eleştirildiğinde yüksek edebiyattan farkının ne olduğunu sorar.
Popüler edebiyat bir çözümdür.
Sadece cevap vermekle yetinir.
Oysa yüksek edebiyat soru sorar. Bu sorular insan hakkında olabilir.
O zaman edebiyat, roman olsun, oyun olsun, şiir olsun, bir metafizik sorgulamaya dönüşür. Ama bir toplumsal, tarihsel olguyu da sorgulayabilir edebiyat.
Hepsinden önemlisiyse edebiyatın edebiyatı, onu meydana getiren bilinci, zihniyeti, nihayet dili sorgulamasıdır. Dil sorgulaması zordur. Çünkü dil ortadan kalkınca edebiyat da mevcudiyetini yitirir. Dil'siz edebiyat olmaz. o zaman dilsizleşir edebiyat.
Dostoyevski, Melville, Stendhal gibi büyük yazarların büyük olmasını sağlayan, sordukları soru kadar cevap da üretmeleridir. Ama bazı yazarlar sadece dille uğraşır. Öteki meselelere yer verse bile yapıtının gövdesinde dille olan uğraşısı öne çıkar. Dille itişip kakışarak aslında insanın bilincine, var oluş durumuna, varlıksal yapısına kapanır edebiyatçı.
Belki de kapaklanır.
O soy yazarlardandı Leyla Erbil.
Başlangıç dönemi edebiyatında bile farklı, ayrıksı, özgün olmayı başarmıştı. Belki Hallaç'ta değil ama Gecede'den başlayarak, bilhassa Tuhaf Bir Kadın'da artık büsbütün yeni bir yönelimdeydi.
Psikanalizin üstündeki etkisi diyordu. Marx'tan etkilendiğini de belirtiyor ve onu Freud'la birlikte kaynakları olarak gösteriyordu. Marx bir yana.
Ama psikanaliz gerçekten Erbil'de önemli bir rol oynuyordu. Çünkü dili söküyor, bozuyor, yeniden kuruyordu. Psikanalizi, simgelerini, birikimini bu çabasının kristalizasyon potası olarak ele alıyordu.
Psikanaliz bir dil olgusudur son kertede.
Bir kaç yıl içinde yayınladığı yapıtlarda büsbütün uç bir noktaya gitti. James Joyceçu diyebileceğimiz bir anlayışa kadar vardı demek de mümkün.
Bu yanıyla aslında geç (kalmış) bir modernizmi kendi geç döneminde yokluyordu.
Halbuki aynı modernizmi, erken döneminde büyük bir başarıyla somutlaştırmıştı.
Gene de bu yapıtları çok güçlü, çok özgün, çok çok özgün metinlerdi.
Neden böyle bir yönelim içindeydi sorusunu o metinleri okuduktan sonra sordum kendime.
Öyle sanıyorum ki, Erbil, bir ömür boyunca dayandığı, tutunduğu, üstünde durduğu zeminlerin teker teker elinden kaydığını görüyordu. Bu kaçınılmazdı.
Daha zor, daha "esoterik" (içinden aydınlanan) metinler yazarak kendi yaşadığı yabancılaşmayı, edebiyatın kamusal özelliğinden yararlanarak, bir us yarılmasına eşlik edecek, onun tercümanı olacak şekilde toplumsal plana taşımak istiyordu. Kamusal pozisyonların getirdiği diller arasındaki çatışmalar, kopukluklar, bir dil kullanmaya rağmen yaşanan iletişimsizlik onun sökmeci, bozmacı anlayışıyla somutlaşıyordu. Dilin dilsizliğini, dilsizliğin dilini yazıyordu. Bu aynı zamanda edebiyatın dilini dilin edebiyatını "yapmaktı."
En has edebiyatın olağan dışı yazarıydı.
Hep olduğu gibi unutulacaktır.