Bütün eksiklerine rağmen eğer Amerikan türü bir demokrasiyle içli dışlı değilse hiçbir sistem kendini dönüştürmeye eğilimli de değildir.
Her sistem kendini muhafazaya dönüktür veya yatkındır. Sistemi ancak onun muhalifleri, bünyede yer alan ama ondan hoşnut olmayanlar dönüştürür. Demokrasinin önemi buradadır. Demokrasi, merkezde yani iktidarda olmayanların da muktedirler kadar söz hakkına sahip olduğu ve sisteme müdahale imkânı bulduğu rejimdir. Hiç değilse teorik olarak!
Ortadoğu rejimleri böyle bir model etrafında biçimlenmedi. Modernleşmeyi benimseyen rejimler kendilerini iktidardakilerin diktatoryal tutumlarıyla bütünleştirdi. Erken 20. yüzyılda biçimlenmiş modernleşme anlayışları etrafında bu sistemler bazı dönüşümler sağladıysa da demokratikleştirmede alabildiğine kıskançtılar. Doğal; iktidar küçük bir grubun etrafında düğümleniyordu. O grup büyük çıkarlarını paylaşmaktan kaçınıyordu. Onlara çeki düzen verecek bir odak da söz konusu değildi.
Ama ikinci bir gerçek var. Her sistem karşıtını üretir. Zaman alsa da bu gerçek değişmez. Osmanlı ilk kitabı 1729'da bastı. 1789'da Fransız İhtilali-i Kebir'inden etkilendi. Önce toplumsal olmayan bir talep etrafında bürokratik bir modernleşme süreci başlattı. Bu, katı bir ideolojik talebe dayanmayan, sadece imparatorluğu kurtarmak için bir adımdı. III. Selim, II. Mahmud, Abdülmecid sadece bu yönde bir değişimi sürdürdü. Ama Abdülaziz dönemine gelindiğinde, 1865'te artık genç bir nesil ortaya çıkmış ve Genç Osmanlılar adıyla muhalif bir teşkilat olarak örgütlenmişti. İdeolojik taleplerde bulunuyor, meşrutiyet (anayasa/llık) ve parlamento talep ediyorlardı. 1876'da sağlandı. Macera 1878'den sonra bu defa Genç Türkler ile devam etti. Sonrası da ayrı bir tarihtir ve tüm önemine rağmen yeterliliği tartışma götürür bir olgudur. 1950 bir milat olsa da 1960'a, 71'e, 80'e, 97'ye, 2007'ye ne diyeceğiz? Ortada çok zor bir denklem var.