Böylece bir yapı, model, sistem değişti. Bunu herkes görmüyor, görenler kabul etmiyor, kabul edenler içine sindirmiyor. Bahsettiğim şudur: Türkiye'de 1923'te başlamış, 1930'larda çok önemli bir dönemeç almış, 1940'larda doruğuna çıkmış, 1950 sonrasında biraz gevşese bile aynı özeliklerini geniş ölçüde devam ettirmiş bir yapı değişiyor.
Bu değişimin iki boyutu var: birincisi, doğrudan devlet sistemiyle ilgilidir. İkincisi, siyaset anlayışıyla ilişkilidir. O devlet anlayışı merkeziyetçiydi, bürokratikti, hepsinden önemlisi asker kontrolündeydi. O anlayışta Kemalizm askeri bir ideoloji olarak sivil özünden, daha Atatürk hayattayken koparılmıştı. (Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli kitabımın ikinci cildinin kapağına o resmi bunu anlatmak maksadıyla seçip koymuştum. "Sivil giyimli Atatürk", Mersin'de "asker üniformalı Atatürk" heykelinin açılışını yapmış, tören yerinden ayrılmaktadır. O resim bir "bitişi: sivil hayata geçişi" değil bir "başlangıcı: sivil görünümlü askeri rejime geçişi" ifade ediyordu.) (Kişisel bir soru: nasıl bir duygudur acaba insanın kendi heykelinin açılışını yapması, kendisini bir heykel olarak izlemesi?)
Kemalizm, evet, o örtülü askeri rejimin ideolojisiydi. Ve o rejim ceberut devleti öngörüyordu. Kimse kızmasın, buna bütün o demokrat ve sivil olduğu söylenen sağ iktidarların hükümet anlayışları da dahildir. O siyasetlerin devlet anlayışı da Tek Parti ideolojisiyle biçimlenmiştir. Detaylar, nüanslar vardır ama DP rejimi de AP rejimi de bal gibi o ceberut devletten yanadır, zaman içinde büsbütün öyle olmuştur. (Demirel de etrafındakiler de CHP'li olmadı mı sonunda?) Altı Ok'un altısını da benimsemişlerdir, üstüne üstlük askeri ve devleti kutsal saymışlardır. Yani hikmeti hükümet (devlet aklı, devletin yaptığı her şeyde haklı oluşu) hele onların nostaljik Osmanlıcılık anlayışı içinde (devlet ebed müebbed) büsbütün öndedir.
Şimdi işte bu karanlık hikâyenin (kısmen bile olsa) sonuna geliniyor.
Bu işin devletle ilgili kısmı. Gelelim öteki boyuta, yani siyaset zihniyetinin yenilenmesine. Türk siyasetinin modern kurucu öğesi modernleşmedir. Bunu sağlamak maksadıyla ve 1930'ların geniş etkisi altında Türkiye siyaset dışı (apolitik) bir model benimsemişti. Yönetici elit halka rağmen halkçılık yapacaktı, halkı yönetecekti, modernleştirecekti. Bu ancak korporatist yani sınıf farkının olmadığı ve hiçbir toplumsal farkın bulunmadığı "söylenen" bir toplumda tezahür edebilirdi. Bir ulus devlet kurulmak isteniyordu. Yani tek bir etnisite, tek bir dil hâkim olsun diye gayret ediliyordu. Fark vs. bu anlayış içinde söz konusu bile olamazdı.
Cumhuriyet siyasal planda bu adımları attı. Aynen bu söylenenleri icra etti. Eksiksiz ve gediksiz. Som bir şekilde. Pürüzsüz, dikensiz, homojen ve üniform bir toplum kurdu. Bütün o endoktrinasyonlar bu maksada matuftu: kimsenin aykırı ses çıkarmadığı bir bütünlüğe ulaşmak. O arada da Cumhuriyet bir kültürel modernleşmeyi sahiplendi, geliştirdi. Cumhuriyet "medeni olmak" demekti, medeniyet Batılı gibi yaşamaktı.
Modernleşme bizde bunların tamamıdır ve böyle bir sonucun apolitik bir toplumda alınabileceğini tekrarlayayım. Cumhuriyet yönetimi Tek Parti döneminde demokrasiden bu maksatla kaçındı. Çok partili rejimde de siyaset işleyip merkezin dışında kalan ve Cumhuriyetin kendisine aykırı ya da muhalif gördüğü, öyle tahayyül ettiği unsurları iktidara getirince askerler devreye girdi, darbe yaptı, devleti sahibi olduğuna inandıkları unsurlara yani bürokratlara devretti ama ipleri elinde tutmak kaydıyla.
Bu anlayış da gitti, gidiyor şimdi. Bu şartlar altında Türkiye'de o dönemi, o dönemin politik pratiğini dile getiren bir siyasete yer olabilir mi? Dolayısıyla CHP'nin savunduğu ilkeleri sahiplenen bir partiye Türkiye'de siyaseten ihtiyaç vardır denebilir mi? Eski, apolitik, kültürel ve pasif bir modernleşmeyi savunan bir parti, laikleştirme, devletçilik üstünden gelişen bir siyaset anlayışına, militarist, bürokratik bir savunma içgüdüsünün partisine çoğulcu, çokkültürcü bir demokratik sistemde yer olabilir mi?
Ah, bunu bir de CHP anlasa...