Ben eski bir su mühendisiyim. Baraj ve hidroelektrik santrali projelerinde çalıştım. Su mühendisliğini seçmemin nedeni büyük hacimlerle meşgul olması ve büyük muhayyileler gerektirmesiydi. (Buna mukabil bazıları da 'ince' işlerle uğraşmayı mühendislik sayar...) Tabiatın ıssızlığında, boşluğunda barajlar tahayyül etmek kolay şey değildir. Herkesin yapacağı bir şey de değildir. Demirel ve kuşağı bugün 'su yolu' haline gelmiş Keban Barajı'nı ve etrafındaki diğer barajları Allah'tan başka kimsenin olmadığı dağlarda 1950'lerde yolsuz, izsiz yerlerden geçerek, ölçümler yaparak, uluslararası piyasalarda paralar arayıp bularak inşa etti. Demirel, efsanevi DSİ Genel Müdürü'ydü ama mesela Recai Kutan da çok iyi tanınan bir DSİ Bölge Müdürü'ydü. Kısacası, muhayyileye dayanmayan mühendislik yaratıcı değildir. Olsa olsa masa başı memuriyetidir.
Bir ülkenin yönetilmesi, Demirel'in meşhur tabiriyle "imar ve inşa edilmesi", büyük düşünmeksizin, büyük kurgular yapmaksızın gerçekleştirilemez. (Demirel siyasete "imar-inşa için" girdiğini söylemişti.) Türkiye gerek kuruluş döneminde gerekse 1950'li yıllardan sonra bunu başardı. Kabul edelim ki, onca yoksulluk ve çaresizlik içinde Cumhuriyet kurucularının attığı adımlar belki yetersizdir ama küçümsenecek şey değildir.
Türkiye büyük yatırımların ülkesi haline ancak 1950 sonrasında geldi. İşin hazin yanı, 1938-50 arasındaki büyük daralma, savaş koşulları, 1950 sonrasında CHP'de refleks olma özelliğini yitirdi, kalıcı bir "tik"e dönüştü. CHP, 1950 sonrasında atılan her adıma karşı çıktı. Bu tutumunu 1965 sonrasında sürdürdü. Getirilen her projeye bu parti ve siyaset daha baştan tepki gösterdi.
Bir projenin ekonomik analizini yapmak, eksiğini, yanlışını söylemek başka bir şeydir. Olumludur, gereklidir, zorunludur. CHP adına kürsüye çıkıp "bunca enerjiyi ne yapacaksınız, toprağa mı vereceksiniz" diye AP sıralarına soran kişiyle çok yıllar sonra karşılaştım. Bana hangi dürtülerle, hangi koşullarda, inanmadığı halde kürsüye çıkıp o konuşmayı yaptığını büyük mahcubiyetlerle anlatmıştı.
Türkiye'de sağ politika gücünü teknolojist bir siyaseti benimsemesinden, altyapı yatırımlarına öncelik vermesinden, kalkınmacı, büyümeci politikaları tercih etmesinden alır. Bunu yıllar yılı Keynesçi politika anlayışlarıyla yapmıştır. O yanıyla da devletçi yani kamucudur. CHP'nin hatası şu gerçeği göremeyecek kadar vahimdi: bizde sağın tekelindeki bu politikaları 1945 sonrası Avrupa'sında sol partiler uyguluyordu. Batıda 1990'a kadar devam eden 45 yıllık başarısının altında, sol partilerin, bu anlayış yatıyordu.
Sol, yani CHP bunu uzun süre yapmadı, yapamadı. Ecevit dönemi de "istemezük" anlayışının uzantısı oldu. Bizim "yanlış solun" bu vahim yanılgısı o kadar hazin görüntüler aldı ki, 1983 sonrasında Özal bu defa devletçi-kamucu politikalardan vazgeçerken sol ona da karşı çıktı. "Niye vazgeçiyorsun" dedi, daha çiçeği burnundaki HP, 1983'te elde ettiği o küçük başarıyı, masaya yumruğunu vurup "Boğaz köprüsünü sattırmam" demesine borçlu kaldı. Daha önce köprüye karşı çıkmış olanlar bu defa "sattırmam" diyordu.
Kanal İstanbul projesini Başbakan Erdoğan açıklayınca aklımdan bunlar geçti.
Kanal İstanbul, iyi bir proje midir değil midir, bunun cevabını ben veremem. Fakat büyük bir muhayyileye dayandığı kesindir. İşin o yanı hoşuma gider. Gene de inceden inceye irdelenmesi gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki, AK Parti, çizgileri hızla daha belirgin hale gelen bir teknolojist politikaya kayıyor. Son günlerde üst üste yaptığı açıklamalarla ve projelerle AK Parti sadece ideolojik politikalara bel bağlamadığı, Türkiye gibi hâlâ gelişmeye çok ihtiyaç duyan bir toplumda altyapı girişimleriyle de siyasetini güçlendirmek istediği açık. Çift yollardan MEB yatırımlarına, Kanal İstanbul'a, Galata Port'a, Haydarpaşa'ya, İstanbul'un finansal başkent olmasına kadar bir dizi alanda ortaya bir ihtiras koyuyor. Toplumsal dönüşümün bunca hızlı olduğu bir ülkede başka bir yol da görünmüyor.
Bakalım sol ne yapacak?