1997 yılında gene Londra'ya gelmiştim, bir konferans için. Bugün kaldığım otel ve mahalleden çok daha mütevazı ölçülerde bir yerde kalıyordum. Yanımda ilginç bir başka konferans katılımcısı vardı. Ailesi Yunanistan'dan İngiltere'ye göçmüş, orada doğmuş, orada okumuş, sonra doktora için Amerika'ya gitmişti. Thatcher'ın iktidar yıllarında dışarıda kalmıştı. Sokaklarda yürürken etrafa ağzı bir karış açık bakıyor, bir ülkenin şunca zamanda bunca değişebilmesini hayretle karşılıyordu. O günlerin Londra'sı benim de 1980'lerin başında gördüğüm kentten çok farklıydı. Çocukluğumu geçirdiğim Ankara Koleji'nde bize öğretilen İngiliz 'terbiyesinden' yani cimriliğe varan bir tutumluluktan fersah fersah uzakta 'nevzuhur' adetlerin biçimlendirdiği bir İngiltere ve İngilizlik vardı, karşımda, ortada.
1990'lar ve 2000'ler boyunca bu anlayış Amerika'da Clinton, İngiltere'de Blair tarafından köpürtüldükçe köpürtüldü. Bu politikacıların her ikisi de kendi ülkesinin 'solcusuydu'. Her ikisi de ülkelerinde uzun sağ iktidarlara son vermişti. Daha da fazlası var. Blair, 3. Yol diye bir hareket icat etmiş, İşçi Partisi'ni tepeden tırnağa değiştirmişti. Sonradan bizzat Clinton'a söylediği gibi, Güney Amerika'daki sol iktidarlarla birlikte dünyayı değiştirecek bir güce ulaşmışlardı veya ulaşabilirlerdi.
Ben o yılları Amerika'da yakından gözlemledim. Atlantik'in iki kıyısı çılgınca para kazandı. Ingiltere Kuzey Denizin'de petrol bulmuştu. Clinton yıllarında Amerikalıların kulaklarından dolar fışkırıyordu. İngiltere, Blair yıllarında bir tek yıl olsun küçülmeden sürekli bir ekonomik büyüme sağladı. Ama bir süre sonra Clinton skandallarla hatırlanan siyasal ömrünü tamamladı. Ardından gelen Bush döneminde, solcuyum diyen Blair, gözünü kırpmadan bu sağcı, rezil adamla dünyanın en kirli işlerine bulaştı ve zelil olmuş biçimde, dünyanın en sevilmeyen politikacılarından birisi olarak yıkıldı gitti. Bir dönem çok farklı bir şekilde yaşanıp inşa edilebilecekken tam zıttı bir çizgide işlemiş ve ne yazık ki, berbat bir dönem olarak tarihe yazılmıştı.
İşlerin bu hale gelmesinin altında İngiltere'nin 1945 sonrası sol politikalardan, o sol politikalarla neredeyse 'tab'an' örtüşen anlayışından uzaklaşması var. Nedeni çok basit: 2000'lerde dünya, küreselleşmenin de etkisiyle, çok önemli bir şey yaşadı. Ekonomiler genel olarak büyüdü ama ondan daha önemlisi bu büyümeden kimin daha fazla pay aldığıydı. 'Alttakiler' değil, 'üsttekiler' yani zenginler bu dönemde daha da gelişti. Gelir dağılımı onların lehine olacak biçimde bozuldukça bozuldu.
Zenginleşenler bu defa tarihin tanık olmadığı bir kapsamda lüksü keşfetti, yaşamaya başladı. Lüks gündelik hayatın ekmeği, suyu oldu. Oysa servetine sınır biçilmez İngiliz aristokrasisinin en büyük özelliği, tıpkı bizde olduğu gibi, zenginliğini saklamak, onu çok ince, gizli ayrıntılarda yaşamaktı. Dillere destan İngiliz 'zanaatkârlığının' kökünde yatan neden budur. Sıradan bir ayakkabıdır da, bakınca öyle görünür, oysa ne incelikleri vardır, gizlenmiş. O nedenle de bir servettir...
Şimdi Londra sokaklarını doldurmuş kalabalığa bakıyorum ve gözümün önünde 'markalar' uçuşuyor. Arap, Japon, Rus parasının işgali altındaki mağazalar harıl harıl doymaz bir iştaha kürek kürek 'lüks mal' yetiştirmeye çalışıyor. O sırada The Times'da yayınlanan bir makaleyi okuyorum. İşçi Partisi'nin ikiye ayrıldığını, 'eski' Yeni İP karşısında Mavi İP'nin oluştuğunu, bunların yeniden tabana dönmek, orta sınıfları hatırlamak gibi meselelerden dem vurduğunu yazıyor. Bu olmazsa olmaz diyor.... Aklıma Türkiye'deki benzeri tartışmalar geliyor, Müslümanların kendi aralarında lüksle olan çetin, çetrefil sınavını düşünüyorum.
Dünyanın ve solun lüksle, ahlakla, hakla sınavının başkenti, Londra.