Referandum günlerinin sonuna yaklaşırken anayasa değişikliğine olumsuz bakan kesimler bunun otoriter demokrasi, baskıcılık gibi kavramlarla bütünleşeceğini söylüyor. Bana kalırsa şaşırtıcı bir iddia. Nedenlerini sıralamaya çalışayım.
Doğrudur, literatürde demokratik otoriterlik diye bir kavram vardır. Kendisine özgü şartlarda oluşan bir durumdur ve bütün otoriterlik eğilimleri gibi o da ciddi tehlikeler içerir. Hatta açık bir otoriterlikten daha da sakıncalı görülebilir. Ama öylesi bir durumun oluşması bambaşka koşulların öne çıkmasına bağlıdır. Türkiye'nin bütün demokrasi eksiklerine, olumsuzluklarına rağmen öyle bir çizgide olduğunu ve bilhassa anayasa değişikliğinin öyle bir sonuca yol açacağını iddia etmek manasızlıktır.
Üstüne üstlük bu iddianın yakın geçmişimizdeki 'karanlık' oluşumlarla oldukça ilginç bir etkileşimi var. Çünkü, seçilmiş bir iktidarın diktaya kayması Türkiye'de yaşanmamış değildir. 1957 seçimleri sonrasında DP açık biçimde şeke şüpheye yer bırakmayacak biçimde diktayı deniyordu. Belki CHP'yi bile kapatacaktı, yolunu arıyordu.
Ne var ki, bu gerçek çok vahim bir başka gelişmenin yolunu açtı. DP'ye karşı gerçekleştirilen darbe ve o darbenin taşıyıcısı olan aydın-ordu ittifakı kendisini ve meşum hareketini meşrulaştırmak için hep bu iddiayı öne sürdü: diktaya kayışı önlemek için darbe yapıldı, mubahtı, dediler ve ondan sonra gelen bütün iktidarlara da hep bu suçlama yöneltildi. Her darbe öncesinde bu iddia ortaya atıldı. İktidarın meşruiyeti meydanlarda sorgulandı.
Bugün aynı iddianın öne getirilmesi ne yazık ki, aynı değirmene su taşımaktır. 'Orduya davetiye çıkarılıyor' diye ilkel bir suçlama ve karalama içine girmenin anlamı yok. Referanduma hayır diyenler darbe yanlısı da değildir. Ama Türkiye'de sistemin 'eklem' noktalarını iyi bilmek gerekir. Bugün anayasa değişikliği, en azından ben öyle anlıyorum, bütün o aykırı ve karşı açıklamalara rağmen, ordu ve yargı bürokrasisine karşı yapılıyor. Önceliği ve özü budur işin. Bunu da seçilmiş bir iktidar yapıyor. Şimdi onu hemen otoriterlikle, anti-demokratlıkla suçlamak hele hele anayasa değişikliğiyle oraya varacağını öne sürmek çok daha ciddi sorunlar üremesine yol açmaktır. Daha açık söyleyeyim: seçilmiş iktidarın anayasayı halk oyuyla değiştirmesi daha çok otoriterlik anlamına geliyorsa orada durmak gerekir. Demokrasi adına açıkça demokrasiyle ilgisi olmayan bir sistemi korumak anlaşılacak değil, sadece tehlikeli bir iştir.
Tersi olmalıydı. Bilhassa sol açısından. Sol ortaya çıkıp bu değişikliğe açık yürekle destek verip, bunun iktidarla özdeşleşmek olmadığını, tersine, ona karşı çıkmanın bir kaldıracı, bir menteşesi olduğunu söylemeli, sonra da demokratik biçimde iktidarla pençe pençe mücadele etmeliydi. Kimse kusura bakmasın, geriye çekilip, malum bloklarla zımnen birlikte hareket edip, boykota kalkışıp bunu demokratlık diye sunmayı aklım almaz. Sol, sistemi dönüştürmek, bugünkü bürokratik yapıyı aşmak işini kendisi üstlenmeliydi. Bu onun kitlelerle yeniden ve çok farklı düzeylerde buluşmasına da olanak sağlayan bir girişim olacaktı. Acaba biraz Lenin okumakta mıdır, bizim sol?
Niye böyle sorusunun yanıtını da vereyim. Değişiklik, dönüştürücülük, az veya çok, beklenmeyen bir partiden geliyor. Bu o partinin de sınırlarını zorlayan bir şey. Daha fazlasını umarak bu kadarını eleştirmek ona da haksızlık. Son kertede demokrat olduğunu ama muhafazakâr olduğunu da söyleyen bir parti var iktidarda. Biz muhafazakârlardan düzeni topyekun değiştirmesini bekliyor ve istiyoruz. Daha fazlasını ancak 2007 seçimlerinde olduğu üzere bir koalisyon sağlayabilirdi. Bu yola gidilmedi. İtiraf edeyim: ben de bu değişimin soldan gelmesini isterdim. Bunu birçok nedenden ötürü derecesiz ölçüde yararlı bulurdum. Olmadı. İş AK Parti'ye güven oylamasına dönüştü ve ne yazık ki, malum kanatlarla sol kendisine özgü o garip işbirliğini sürdürüyor.
Ben demokratım diyenler adım atmıyor, direniyor, sen demokrat değilsin denilenler bir oluşum başlatıyor. Türk siyasetinin yapısal sırrı burada.