Bilenler bilir benim Attila İlhan'la uzun bir dostluk, yakınlık hayatım oldu.
Önce yazılarını, roman ve şiirlerini okudum, sonra gidip 1975 sonunda kendisini buldum. O yıllar solun saltanat yıllarıydı. Kendisiyle mütefekkir yanına ilişkin bu tür konuları konuştuk ama ben aslında deli gibi bir edebiyat mecnunuydum. Onu tanıdıktan kısa bir süre sonra da edebiyat eleştirisi yapmaya başladım.
Attila İlhan o tarihlerde Aynanın İçindekiler adını verdiği bir dizi roman yazmaya başlamış, o serinin ilk cildi olan Bıçağın Ucu'nu 1973'te, Sırtlan Payı'nı 1975'te yayınlamıştı (Onları üç roman daha izledi). Serinin belkemiği olan Kurtlar Sofrası'nı da, diğerlerini de, nasıl bu kadar etkileyici bir romancılık olabilir diye, hayretten hayrete düşerek ve anlatılamaz bir hazla okumuştum. Ardından o dostluk yıllarında diğer romanların yazılışına tanıklık ettim. (Bütün bu kitapların öyküleri bende saklıdır. Belki bir gün yazacağım.)
Bu yazın başında Türk Siyasetinin Yapısal Analizi ismini verdiğim kitapların ikinci cildini çıkardım. Üçüncü cildi de epey bir miktar yazdım ama araya başka şeyler girdi, mayalanmaya bıraktım. 1960-83 arasını anlatacağım üçüncü cilde yeniden dönebilmem için beni konuya ısındıracak bir şey ararken ya bazı subayların sıkıcı hatıralarını okuyacak ya da diğer ciltlerde olduğu gibi dönemin romanlarını elime alacaktım.
Haydi dedim 1960 yılının Ocak-Mayıs arasını anlatan Bıçağın Ucu'ndan başlayayım.
Karacaoğlan'ın dediği gibi 'Aman hey Allah'ım aman'. Elime aldıktan kısa bir süre sonra hızlı okuma alışkanlığıma kahrettim. Kitabın her sayfası ne demek her kelimesi, her cümlesi ayrı bir lezzetti. Evet, son zamanlarda farklı nedenlerle Sokaktaki Adam'ı, Zenciler Birbirine Benzemez'i yeniden okumuş, gene aynı şaşkınlığı yaşamıştım ama Bıçağın Ucu'ndaki modern roman anlatımı akıl alır gibi değildi.
Attila İlhan, çağdaş romanın da imgelerle yazılması gerektiğini, romancının belirli bir atmosferi, çevreyi, sahneyi çok kuvvetli tanımlamalarla verebilmesindeki zorunluluğu ölene kadar işaret etti. Ama bu kadar mı olur? 20. yüzyılın çocuğuydu İlhan ve sinematik anlatımı, onu besleyen, kimselerde görmediğim büyük şair muhayyilesi en büyük gücüydü. Gene de bir romancı için bu kadarı yetmez. Romancı felsefecidir. İnsanla uğraşır. İlhan da bütün o akıl almaz, tadına doyulmaz sahnelerle, o tanımlarla birlikte, insan dünyalarını, duyuşlarını, insan denen varlığın karmaşasını dile getirmekte sözle anlatılmaz bir maharet sahibiydi.
Bunun üstüne yapacağımı yaptım, bitmesin diye kitabı sayfa sayfa okudum. Beni tanıyanlar hiçbir kitabın elimde o kadar uzun süre kalmadığını görünce ne olduğunu sordu. Buraya yazdıklarımı söyledim.
Onu özlüyorum. Uzun, karmaşık, içinden çıkılmaz bir meseleyi anlatırdınız. "Görseniz korkardınız" dediği gözleriyle yukarıya doğru bakar, hafifçe gülümseyerek bir cümle söylerdi, bütün taşlar yerine otururdu. Bıçağın Ucu'nu okuduktan sonra da içimde aynı duyguların yaşadığını gördüm. Bu yaşımda, bu birikimimde, hâlâ beni hayrete düşüren saptamalar yapmıştı.
Hiç kuşkusuz deha düzeyinde bir büyük zekâsı ve o düzeyde bir yaratıcılığı vardı. Ama ne yazık ki, son yıllarında bütün mücadelesi siyasiydi ve neredeyse edebiyatçılığını unutturup öldü. Sadece şiirleriyle anımsanıyor. Romanlarının baskısı bile yok. Gene de bitmekte olan bu yazın ödülü, okuyanlar için o romanlar olacaktır.
O kadar içinde yaşamış ve edebiyatçı birisi olarak ben bile bir kere daha bunca etkilendikten sonra...