Geçen hafta Londra'daydım ama David Cameron'un Türkiye'ye gelmesinde benim dahlim olmadı. Buna mukabil geziyi ben ayarlasaydım, onu ben ikna etseydim bu kadar Türkiyeci konuşmalar, açıklamalar yaptırtmazdım. Bir Türk olarak sayısız meseleden söz etmesini ister, ülkeden, sistemden, insanlarımızdan, yöneticilerden yakınır, iğneleyici, ısırıcı, ürpertici sözler etmesine, dokundurmasına çalışırdım. Şimdi gençlerin çok kullandığı bir deyimle bize 'ayar vermesin' uğraşırdım.
Sonra, Cameron'un asıl üstünde durduğu şu Orta Doğu meselelerini, AB meselelerini böyle olumlulukla ele almaz, uyum sürecini aksattığımızı, Avrupa'yla kültürel, tarihsel sorunlarımız bulunduğunu, bir kavram olarak Avrupa'nın içimizde yer etmediğini, Avrupa 'ide'sini oluşturan Heidegger'den Derrida'ya kadar bir dizi felsefecinin söyledikleriyle bizim doğrudan ilgimizin bulunmadığını vurgulardım.
Ardından, son zamanlarda OD'da sürdürülen politikanın, varılan yerin bizi felaketlere itebileceğini, Türkiye'nin 'eksen kayması tehlikesi' içinde bulunduğunu (!), bütün bu çıkışlarımızla AB-ABD kısacası Batıy'la olan ilişkilerimize zarar verdiğimizi, İran'la hiçbir temasımız olmaması gerektiğini falan söyleyebilirdim. Ne bileyim, bu hafta Newsweek'in kapağında çıkan 'Türkiye yükseliyor' deyimini abartılı bulduğumu dile getirebilirdim. Hatta dış politikayı bırakıp iç politikaya geçer, anayasa değişikliğine niçin 'hayır' denmesi gerektiğini anlatabilirdim.
Kısacası adamcağızın kafasını karıştırmakla kalmaz, geldiğine geleceğine pişman ederdim.
Neyse ki, Cameron bana veya başka bir Türk dış politika (iç politika da olabilir) yazarına danışmadan Türkiye'ye geldi, hepimizi şaşırtan, sanki şu son yıllarda yaşananlar bu tür sonuçlar almamızın öncülleri, işaretleri değilmiş gibi bizi hayretler içinde bırakıp 'ne oluyor' dedirten sözler etti.
Şu oluyor...
Birincisi, bundan sonra Türkiye bu tür olumlu, olumlayıcı tavırlarla karşılaşmaya kendisini hazırlamalı. İş yapan, inisiyatif alan, karar ve politika üreten, oyun kuran bir ülke olarak Türkiye bundan sonra da önde gelen ülkelerin yanına çekmek isteyeceği, birlikte hareket etme planları yapacağı bir ülke olacaktır.
Bununla birlikte İngiltere'nin Cameron ağzından ifade ettiği görüşlerin özel bir anlamı var. Bütün o yaklaşım, değerlendirme, pozisyon arayışı bana 1. Dünya Savaşı'nın henüz bitmediğini düşündürüyor.
Bugünlerde henüz yayınlanmış Sean McMeekin'in The Berlin-Baghdad Express: The Ottoman Empire and Germany's Bid for World Power, 1898-1918 (Berlin-Bağdat Ekspresi: Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya'nın Dünya Gücü Olma Çabası, 1898-1918) isimli kitabını okuyorum. Açıkça anlaşılıyor ki, İngiltere, bütün o Şerif Hüseyin, casus Lawrence efsanelerine ve eylemlerine, OD politikasına ve hatta bütün başarılarına rağmen 1. Dünya Savaşını kafasında bitirmemiştir. Her ne kadar Musul-Kerkük planlarıyla OD'da istediğini elde etmişse de bunu Türkiye'ye rağmen yapmıştır. O dönemde Türkiye'yi yanına değil karşısına almış, Almanya'ya kaptırmıştır. Bunu zamanla idrak etmiştir. Buna zamanla üzülmüştür.
İngiliz aklı şimdi düşünüyor ve madem ki diyor Almanya, Merkel'in saçma sapan politikaları nedeniyle şu 'yükselen yıldız' Türkiye'yi, içinde yaşayan bütün o Türk nüfusa, sermayeye, ilişki ortaklığına rağmen küstürmüştür, o takdirde ben ön alırsam, onunla ittifak edersem, onun geliştirdiği yeni pozisyonların çıkarına ortak olurum. 1. Dünya Savaşı'nın yarım kalmış yanlış hesabını tamamlarım. Hele işin içinde Balkanlar, Kafkaslar da varken niye Türkiye'ye uzak durayım? O akıl önce Kraliçeyi Türkiye'ye gönderdi, ardından Cameron'un ilk ziyaretlerinden birisini Türkiye'ye yaptırdı.
Büyük devletler ve hâlâ İmparatorluk olanlar, kendisini eski imparatorlukların soyundan gelmiş bilenler, tarihlerini, tarihsel pozisyonlarını, tarihsel hesaplarını unutmuyor. Sadece biz bu n/isyanı yaşıyoruz. İyi ki, Cameron gelmeden önce beni Downing Street 10 numaraya çağırıp ılık bir fincan çay içirip ne düşündüğümü sormamış, kendi bildiğini okumuş.