Biraz ters ve garip bir yorum yaparak 28 Şubat olmasaydı eğer, 12 Eylül'ün Türk siyasetine çok önemli bir katkı yaptığını söyleyebilir miyim? Bu şaşırtıcı gelebilecek değerlendirmeyi biraz açayım.
Bizim siyasal modernleşmemiz orduyla aydınların ittifakına dayanır. 1908 bu anlayışın bir sonucu ve uzantısıdır. Her ne kadar 1909'da genç Mustafa Kemal ve İsmet, Kazım, Ali Fuat gibi gene genç subaylar "Orduyla siyasetin ilişkisi koparılsın" diye diretirse de sistem kendisini üretmeye devam eder. 1923 sonrasında böyle açıktan açığa bir dayanışma, ittifak görülmez çünkü buna gerek yoktur. Aydınlar da, ordu da Tek Parti iktidarıyla tam bir uyum içindedir.
Garip değil mi, 1950'de sadece çok partili sisteme geçmedik. O sistemle birlikte ordu da on yıl içinde hazırlanıp kışlasından çıktı ve 1960'ta iktidara el koydu. Ondan sonrası 1980'e gelinceye kadar çok hazin bir öyküdür. Ordu bakımından değil, aydınlar bakımından. Çünkü bütün bir 1960'lar boyunca Türkiye'nin en iyi yetişmiş, en birikimli insanları ordunun içinde olmayacağı bir siyaset ve toplumsal dönüşüm modeli bulunmayacağını öne sürüyordu. Kemalizm bu defa onun zavallı bir kopyası olan ilkel diktatoryaların kılıfı Baasçılık üstünden üretiliyordu.
Bu modele aydınlar sol diyorlardı. Kemalizmin sol diye adlandırılmasını anlarım da, asker-aydın ittifakının sol diye tanımlanması olsa olsa bir hayal olabilir. O bakımdan su katılmamış bir Kemalist olarak Attila İlhan çok karşı çıktığı bu durumu Bonapartizm olarak nitelendiriyordu. Mustafa Kemal ise ona göre de solcuydu ama Jakobendi.
Ordu, 12 Mart'ta bu solcu aydınlarla bağını kopardı. Adı bir kere daha gündeme gelen Balyoz hareketini o tarihte edebiyatçıları kapsayacak ölçüde solculara karşı uyguladı. Sonra da onları bir daha arasına almadı. 12 Eylül ise zaten bir toplumun bir daha aydın üretmemesinin, aydınların bir toplumda söz sahibi olmamasının genel yollarını, yöntemlerini buluyordu.
İşte bu bakımdan diyorum ki, eğer 12 Eylül denen melanete sadece bu açıdan bakılırsa aydınların yapamadığını ordu gerçekleştirmiş, aydınları istememiş, onlarla arasındaki her türden bağı koparmıştır.
Bu bağ yeniden 28 Şubat'ta onarıldı. Ordunun geleneksel ideolojisi ekseninde bir kere daha iktidarı kontrol etme girişimi pusuda bekleyen aydınları harekete geçirdi ve aydınlar bu defa en köhnemiş kavramları, askerler tarafından biçimlendirilmiş Kemalist doktrinin en sistemik özelliğini yani din-laiklik- şeriat üçgenini bahane edip, kendilerine sıçrama tahtası olarak seçip yeniden orduya yakınlaşma olanağı aradılar. O safhada ordu da buna sesini çıkarmadı ve açıkçası o aydınları kullanma yoluna gitti.
Ergenekon benim anladığım kadarıyla bu ittifakın uzantısıdır ve bu muhakemeye yaslanır. Balyoz Planı gene benim anladığım kadarıyla budur ve bu sembiyotik (ikili) yaşamın bir başka dönemidir.
Şimdi başa döneyim, 12 Eylül'de ordu aydınlarla tarihsel bağını kopardı, ittifakını parçaladı. Aydınlar yaklaşık 20 yıl kendilerine çok türbülanslı bir dönemde yeni yollar aradılar. O arada Berlin Duvarı yıkılmış, Soğuk Savaş bitmiş, sol kuram ve modeller tıkanmıştı. Gene bana öyle geliyor ki, kendisine bu kargaşada yol bulamayan ve bulduğu yoldan yeterince tatmin olmayan o eski aydınlar (yani kendilerine sol diyenler, çok garip değil mi?) yitirilmiş bir babayı yeniden bulma ve yeniden kazanma psikolojisi içinde, bir türlü erginleşip kendisine ait bir dünya kuramamanın getirdiği tereddütler ve tedirginlikler içinde 28 Şubat'la birlikte eski alışkanlıklarına geri döndüler.
Şimdi televizyonlarda boyun damarlarını şişire şişire ordu ve askercilik savunanlara bakıyorum da hayretler içinde kalıyorum. Bir de "darbelere karşıyım" diyorlar. Hayır, onlar hiçbir zaman darbelere karşı olmadılar. Bazı darbeler onlara karşı oldu. Onlar da sadece o darbelerden şikâyet ettiler.
Tarih de onları zaten böyle yazacak; yani ordunun yaptığı kadarını bile yapamadıklarını söyleyecek.