Tanıdık, bildik, yaşanmış ortak şeylerin zaman içinde bir kuyu gibi derinleştiği birisinin ölüm haberi geldiğinde neden zaman ansızın durur ve neden ansızın insan kendisini kendisinden başka birisine bakıyormuş gibi izler? Bütün bir geçmişiyle birlikte.
İşin daha da garibi bazı ölümler tek yanlıdır. Ben ölseydim Eric Rohmer'in haberi bile olmayacaktı.
Oysa geçen hafta onun ölüm haberi geldiğinde bir an için de olsa ben zamanın bir tek anda katılaşıp donduğunu hissettim. İçimde büyük bir dağ çöktü. Sonra onun filmleri karşısında geçirdiğim saatler, anlar, düşünceler etrafımda uçuştu. Bilemedim. Ben bana mı çakılıp kalmıştım yoksa Rohmer'e mi? O anda ne gündelik hayat, ne politika. Zaman ve sinema. Ben ve ben!
Hiç kuşku yok ki, bütün büyük sanatçılar gibi Rohmer kendi dünyasını anlatırken insana kendisini keşfettiren birisiydi. Onlar birtakım şeyleri bazen de farkında olmadan anlatırlar. Oysa izleyen o anda hayatı boyunca aradığı bir sorunun cevabını bulmuştur. Sanatçının bir "anten" olmasının nedeni budur.
Hepimiz hissederiz, fark ederiz ama sadece onlar tarif ederler.
İki türlü klasik vardır. Birinci kategoridekiler bir sanat yapıtının biçimiyle ilgili derin boşlukları doldurur veya bilinen biçim duvarlarında büyük, arkasından bir ordunun geçeceği gedikleri açarlar. İkincilerse tastamam şu yukarıda tanımladığım türe aittir. Yani, insanı boydan boya keşfeder, insana ait her şeyi billur bir aydınlıkta görmemize imkân sağlar.
Yetmedi, insanın karanlık yönünü keşfeder.
Rohmer daha çok öyleydi. Nasıl olmaz? Öteki "seri dışı" ve kısa filmlerini bir yana bırakalım. (Yok. Bırakmayalım: o kısacık Monceau Fırını en sevdiğim filmleri arasındadır.) Üç büyük dizide insanlığı deşebildiği kadar deşti. 6 Ahlaki Öykü, Komiklikler ve Atasözleri, 4 Mevsim Öyküleri diye adlandırdığı dizilerde bugünkü sinema izleyicisi için zor, çok edebi, zekâ ve kültür yüklü filmler yaptı.
Maud'nun Evindeki Gecem bir başyapıt olarak kabul edildi. Yatağa giren bir kadınla adamın birbirine dokunmadan Pascal'la Descartes arasındaki farkı tartıştığı bu filmi bugün sinema dersinde bile öğrencilere izlettiremiyoruz. Oysa Ankara'da Fransız Kültür'ün o uçurum kadar dik balkonlu sinemasında gördüğüm gece beni sabaha kadar sokaklarda dolaştırmış, uyutmamıştı. Ama ondan sonra neredeyse sayısız filmini aynı heyecan, duyarlılık ve dikkatle izledim. Hepsinden çok şey öğrendim.
Rohmer, Yeni Dalga'nın bir mensubuydu. Tamam. Bu bir ansiklopedik bilgi. Ama ötekilerden çok farklıydı. Chabrol'ün gergin sineması, Godard'ın deneyciliği, Varda'nın yetersiz verimi, Rivette'in düşlerle dolu âlemi içinde Rohmer en çok Truffaut'ya yakındı ama gene de edebiliği itibariyle ondan ayrılıyordu. Truffaut'nun taşıdığı Hitchcock etkileri sinemayı bir "oyun" olarak algılamasına yol açıyordu. Rohmer de bazı "hileler" yaptı daima ama hiçbir zaman yazınsal, anlatımcı bir yönetmen sinemasından ayrılmadı.
İşte sorun o. Ben Rohmer'i daima daha şen, daha Fransız, kadın erkek ilişkilerine daha gündelik olaylar etrafında bakan bir Bergman gibi düşündüm. Bu sinema Amerikalıların tabiriyle "konuşan kelleler" sinemasıydı. Doğruydu. İnsanlar neredeyse saatlerce konuşuyor, entelektüel çözümlemeler yapıyordu onun filmlerinde. Belki daha hafifi bir hava içindeydi her şey ama gene de yazınsal sinema onunla en önemli tepelerinden birisini fethederek, en gizli kapılarından birisini açarak sona ermişti. Bugün artık ne öyle bir sinema var, ne öyle bir izleyici.
Beni etkileyen belki de bir sinemacının ölümü kadar bir sinemanın ölümünü içimde duymamdı. Belki de o sinemayı hâlâ çok seven ve gitgide yalnızlaşan kendimi düşünüyordum, uzun bir yolun sonunda...