Perşembe günü Amerikan Senatosu Tom Lantos İnsan Hakları Komisyonu'nda Türkiye'deki İnsan Hakları konusunda yapılan bir soruşturmada tanık olarak dinlendim. Benden başka Sedat Ergin, Rıza Türmen, İhsan Dağı, Selma Acuner de vardı. Oturuma Maryland'dan siyah kadın temsilci Donna Edwards başkanlık etti. Bizden önce Uluslararası Af Örgütü'nün ve Sınır Tanımayan Gazeteciler'in temsilcileri konuştu. İki görevli de iyi hazırlanmamıştı, çok fazla genel sözler ettiler. Hele STG'nin temsilcisi enikonu kötüydü. Türkiye'de yaşananlar konusunda ciddi bilgilerinin olmadığı anlaşılıyordu. Kurulun yargı geliştirme yetkisi yok. Kayıt topluyor.
Komisyonun bu toplantıyı daha çok basın ve düşünce açıklama özgürlüğü etrafında biçimlendirdiği anlaşılıyordu. Doğan Grubu'na kesilen vergi cezası ve öylece başlayan süreç belli ki Amerika'da bir hassasiyet meydana getirmiş. Oturumu açış konuşmasında başkan bu konuyu özellikle vurguladı.
Ayrıca kapanışta da oturum başkanının neredeyse salt bu konunun üstünde durması Amerika'da esen Türkiye rüzgârlarının yönünü gösteriyor.
İnsan Hakları meselesi Doğan Grubu'nun vergi cezasından daha kapsamlı, dallı budaklı bir meseledir Türkiye'de. Kurulda bu doğrultuda ifade ettiğim görüşlerimi sorumluluk ve saydamlık gereği burada da açıklayayım. Oradaki sırayı takip edeyim, ilkin Doğan problemini ele alayım.
Ceza miktarının sorunlu olduğunu herkes kabul ediyor. Ama sonunda ortada bir vergi kaçırma suçlaması var. Başkan oturumun ikinci turunda bizlere böyle bir cezanın 'ürkütücü etkisi' olur mu diye sordu. Yani bir medya grubuna kesilen vergi cezası diğer gruplar üstünde caydırıcı bir etki yaratır mı?
Evet, yaratır ama hükümet, vergi daireleri hiçbir medya patronunu veya grubunu soruşturmayacak mı? Medya demokrasinin üstünde bir güç ve bir dokunulmazlık sahibi mi olacak? Bir medyakrasi tahakkümü altında mı yaşayacağız?
Öte yandan, orada belirttiğim gibi, eğer düşünce özgürlüğünden söz ediyorsak çözüm bir tek grubun medya dünyasında monopol yaratmamasıdır. İkincisi, medya patronlarının iş dünyasıyla ilişkisi sorunludur. Ama bunlar bizde ve dünyada demokrasiyi yaralayan halihazırdaki gerçekler. Dolayısıyla iş başka bir noktaya geliyor: daha nitelikli, güçlü, geniş bir demokrasi.
Türkiye'nin insan hakları sicili geçmişte dünyanın en kötülerinden birisiydi. Son yıllarda gelişme olduğu bir gerçek. Gene de 2009 Dünya Bankası Raporu çeşitli göstergeler bakımından hâlâ çok zor bir noktada bulunduğumuzu gösteriyor.
Öte yanda insan hakları artık daha farklı bir anlam ve içerik taşıyor. Demokrasinin iyileştirilmesiyle birlikte düşünülüyor. Bugün insan hakları dediğimizde mikro grupların toplumsal varlığı, bilinilirliği öne çıkıyor. Temel ve sivil hak talepleridir bugün insan hakları. O açıdan bakınca Kürtlerin, Alevilerin, Müslümanların, kadınların toplumsal varoluş, kimlik ve ifade hakkıdır öncelikli insan hakları. Son yıllarda bu konularda bir genişleme olduğunu inkârsa olanaksız. Ama yolun sonunda değil başındayız.
Bugün Türkiye'de hâlâ işkence var. Hâlâ hasta mahkûmların durumu iç karartacak bir kötülükte. Hâlâ telefon dinlemeleri kabul edilemeyecek bir düzeyde. Hâlâ yargının yürütmeye müdahalesi haddinden fazla ideolojik. Hâlâ askerin siyasete müdahalesi belirsiz bir noktada. Hâlâ yetersiz siyasal bilinç ve fren-denge mekanizması eksikliği nedeniyle yönetimlerin otokrasiye kayması ciddi bir tehlike. Hâlâ bürokrasi ve elitler siyaseti reddediyor. Hukuk kurumları jüristokrasi yaratacak biçimde işliyor. Kim inkâr edebilir bunları? Mesele demokrasidir. İnsan haklarının bu kapsamda ele alınması ve değerlendirilmesi şarttır. Bu içerde de dışarıda da geçerli bir kuraldır.
Yoksa kimse şu toplanan kurulların, şu yapılan soruşturmaların gerçekliğine inanmaz.