Taraf gazetesinin yayınladığı belgenin yol açtığı tartışmanın o kadar çok boyutu var ki, insan neyi neresinden tutacağını şaşırıyor. "Belge gerçektir" veya "belge sahtedir" tartışmasını bir yana bırakırsak önümüze gelen çok ciddi iki sorunun üstünde durmak şart.
Bunların ilki böyle bir belgenin basında yayınlanmasından sonra ortaya çıkan durum, yani Genelkurmay'ın getirdiği yayın yasağıdır. Böyle bir çıkışla bilebildiğim kadarıyla ilk kez karşılaşıyoruz. Son on yılda benzeri birçok belge yayınlandı, fakat Genelkurmay hiç yayın yasağı koymadı. Bu defa yayının yasak altına alınması, işin ciddiyetinin mi bir göstergesidir, yoksa Genelkurmay'ın yeni bir hassasiyet geliştirmesinin mi, sorusunu incelemeler bittikten sonra daha iyi yanıtlayacağız. Ama eğer böyle bir girişim olacak idiyse bunun sivil yargı tarafından yapılması istenirdi. Şimdi sivil yargının da çok haklı gerekçelerle işin içine karışması ortaya çok daha karmaşık, çetrefil bir durum çıkarmıştır. Fakat ortada Genelkurmay tarafından çözülmeyen bir enerji yumağının durduğu ve bugün karşısında bulunduğumuz manzaranın daha öncekilerden bir hayli farklı olduğu kesindir.
İki soru bir yanıt
Şimdi gelelim daha önemli olduğuna inandığım diğer olguya.
Genelkurmay Başkanı Başbuğ, Ertuğrul Özkök'e yaptığı açıklamada üç şey söylüyor: 1. Böyle bir belgenin hazırlanması için kendilerinden emir sadır olmamıştır; 2. belge Genelkurmay'a ait değildir, Genelkurmay'da böyle bir plan hazırlanmamıştır; 3. belge alınan ifadeye göre iddia edilen kişi tarafından hazırlanmamıştır, adı geçen kişinin bilgisayarından çıkmamıştır.
Bu açıklamalardan sonra belgenin sahte olabileceği ihtimali güçleniyor. Ama işte o noktada devreye iki husus giriyor. Birincisi, Genelkurmay belge üstündeki yasal ve kriminal incelemeyi sivil yargıya yaptırsaydı, sivil yargının bu süreci başlatmasını isteseydi daha önemli bir adım atmış olmaz mıydı?
Daha vahimi ikincisi: diyelim ki, belge bütün bunlara rağmen gerçeklik kazandı. O zaman Genelkurmay ne yapacak? Orgeneral Başbuğ o durumda neler yapılacağını bütün Türkiye'nin göreceğini söylüyor. Buna eklenecek bir şey yok ama şöyle bir noktanın üstünde durmak şart.
Buna benzer belgeler daha önce bir hayli çıktı. Sadece yakın dönemde değil. Büsbütün geriye gitmeden söylersek Talat Aydemir döneminden beri yani 1960'ın hemen sonrasından başlayarak bu tür girişimler olmakta ve her defasında asker fazla radikal bir yol izlemeden bu olayların üstünü örtmektedir. 12 Mart öncesi cunta girişimleri bazı subayların emekliye sevk edilmesiyle kapanmıştır. Yargıda ortaya çıkan diğer gerçekler kurcalanmamıştır. Siyaset biliminde askeri darbe literatürünün öğrettiği bir gerçek var: sonu getirilmeyen bu tür girişimlerin kökleri içeride kalır ve hiyerarşi dışı darbelere yol açar. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye son on yılda kendi içinde püskürme noktasına gelen bu tür girişimleri bazı dengeler kurarak önleme çabasındadır ama işin önünün alınması giderek zorlaşmaktadır. Ordu içinde demokrasi yanlısı güçlerin, Genelkurmay'ın bu konuda çok daha keskin bazı girişimlerde bulunması bir zorunluluktur.
Özet şu: ya belge gerçektir ve o durumda Genelkurmay Başkanı'nın açıklaması bir cunta girişiminin olduğunu ortaya koymuştur ya da belge gerçek dışıdır o zaman da incelemelerin askeri değil sivil yargıda sürdürülmesi daha doğru olacaktır.
İzlemeyip de ne yapacağız?