Son birkaç günü, yıllardır heyecanla beklediğim ve nihayet İnci Enginün
ile Zeynep Kerman'ın notlayarak Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa adı altında yayınladıkları Ahmet Hamdi Tanpınanır'ın Defterleri'ni (Günlüklerini) okuyarak ve ölümünden otuz yıl sonra şimdi hakkında bir sempozyum düzenlenen Oğuz Atay üstünde düşünerek geçirdim. Onun da Tutunamayanlar isimli romanını son baskısından yeniden okudum. Bendeki ilk baskısını bir hayli hengameli bir biçimde elde etmiştim ve o macerayı başkalarının da aynen yaşadığını Murathan Mungan'ın Mesele'nin aralık sayısındaki yazısından öğrendim.
Bu iki yazar arasında birçok yakın nokta var.
Bir talih iki ortak
Tanpınar, Türk modernleşmesini bir kültürel kopuş olarak ele alıyor ve açıklıyordu. O kopuşun getirdiği bir yıkım (o kuşak buna her zaman "inkıraz" demiştir) vardı. İnsanlar, toplum, aydınlar köklerinden boşalmış ve boşlukta kalmışlardı. Şimdi günlüklerini okuduğumuz zaman yeni bir şey öğrenmiyoruz. Daha önce yayınlanmış parçalardan edindiğimiz izlenim kesinleşiyor. Tanpınar son yıllarını belki de bu kültürel yozlaşmanın verdiği yalnızlaşma içinde parasız, kadınsız, arkadaşsız ve vehimler içinde geçirmiş. Nihayet 1961'de ölüyor.
Atay'da da durum çok farklı değil; ama o meseleyi daha ziyade aydınlar açısından ele alıyordu, münferiden aydınlar. Onların oynadığı, daha doğrusu onlara oynattırılmayan bir rolün getirdiği yalnızlık ve yabancılaşmaydı, Atay'ın 'Tutunamayanlar'ını belirleyen. Ortada ne olduğu çok da anlaşılmayan bir Türkiye serüveni vardı ve onun oyuncuları bir uçtan ötekine savruluyordu. Doğu-Batı, aydın-halk, ilericilik-gericilik bu savruluşun kutuplarını meydana getiriyordu.
Kaybedip bulmak...
Her iki yazar da uzun süre unutuluşa terk edildi. Atay 1977'de öldüğünde Tanpınar yeniden keşfediliyordu. Şimdi otuz yıl sonra Atay da keşfediliyor. Ben Tutunamayanlar'ın son baskısını bilhassa aldım. Yazarının yaşadığı dönemde ikinci baskıyı bulamayan bu kitabın kaç baskı yaptığını merak ediyordum. Yaklaşık 25 yılda 40 baskı yapmış. Demek yaklaşık 150.000 civarında bir satış. İyi mi kötü mü bilmiyorum. Öte yandan, Tanpınar üstüne neredeyse her ay bir yazı, yılda bir tez, birkaç yılda bir kitap yayınlanıyor. İşte şimdi Atay için bir de sempozyum. İnsan tabii ki, çok seviniyor. Ama ben gene de kuşkular içindeyim.
'Bu sevda ne tatlı, ne tatlı yalan'
Birincisi, ben, Atay'ın da hele hele Tanpınar'ın da doğrudan doğruya yapıtlarından okunduğunu, adları etrafında oluşmuş şöhret halesiyle paralel bir içerden sevgiyle kavrandıklarını sanmıyorum. Tanpınar'ın o sentaksının, romanlarında ve öykülerinde uğraştığı meselelerin, yer alan referansların, bu yazarı kuşatan kültürel ufkun bugün, istisnalar dışında, okuyanı sardığı kanısında hiç değilim. Aynı şeyin Atay için de geçerli olduğuna inanıyorum. O kalın romanlar, o ironi, o savruk ve zor üslup, o "konusuzöyküsüz" anlatım bence bu romancıyı da yeteri kadar okunmadan bir şöhrete dönüştürmüş durumda.
Hele uğraştıkları meseleler açısından hiç kabul gördükleri kanısında değilim . Zamanın geniş ölçüde, doğru ya da yanlış, bu yazarların meselelerini aştığını, yeni bir kültürel kompozisyon yarattığını ve bugünkü kültürel özneyle onları birbirinden şiddetle kopardığını görüyorum. Bir anlamda iki taraf da birbirine sırtını döndü ve aralarındaki mesafe hızla büyüyor. Bu yazarlar hakkındaki yazıların da ikincil kaynaklardan yazıldığını düşünmek doğrusu beni ürpertiyor. Ama bana öyle geliyor ki, gerçek bu. Her iki yazar da bir çilenin, acının sembolü/kahramanı olarak ele alınıyor.
Yahya Kemal, "Nesrimiz ve resmimiz olsaydı başka bir toplum olurduk" diyordu. Bazen hiç değişmedik, hala aynı noktada mıyız, diye düşünmüyor değilim.