Son dönemde büyük bir atılım içinde Türk sineması. Bazılarını kızdıran bir deyimle söylemek gerekirse ( Halil Ergün' ün kulakları çınlasın) " Yeni Türk sineması " bir kuşak hareketi olarak 1990'ların sonundan bu yana ağırlığını sezdiriyor. Bu kuşak bütün kanatlarıyla yeni bir arayışın içinde.
Fatih Akın akını
Bu hareketin en çok tartışılan ve parlak isimlerinden birisi Fatih Akın. Temmuzda, Duvara Karşı, İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek birçok nedenden ötürü dikkat çeken filmler oldu. Onun yaşam özelliklerini taşıyan birisi için kültürler arası çatışma ve etkileşimin sinemasına yansımaması olanaksız. Neredeyse tüm filmlerinde Türk veya Alman olmak, yerli veya yabancı olmak, Asyalı veya Avrupalı olmak gibi pozisyonlardan oluşan kimlik sorununu farklı düzeylerde işledi.
Duvara Karşı filminin başarısı bundan ötürü müdür denirse mutlaka "Evet" diye bir yanıt veremem. Sinematografi, öykü anlatma, diyalog, tip yaratma gibi unsurları yok sayarak sadece tematik bazı noktaların vurgulanmasıyla bir film kendisini aşamaz. İstanbul Hatırası, kültürel/kimliksel meseleler açısından daha önemli bir film; ama kimin için önemli sorusunun yanıtı da havada. Kaldı ki, ben o filmin ele aldığı konuyu yeterince derinleştirdiği kanısında değilim. Kesitler diye bakınca da bazı sorunlar var. Ayrıca kültürel çatışma konusu Türk sinemasında yeterince ve çok kuvvetli örneklerle işlendi. Artık çok daha farklı ve yeni bir şeyler söylemek gerekir, eğer konu oysa.
Yaşamın 'kıyısında' olmak
Şimdi sinemalarda gösterilen Yaşamın Kıyısında da bu yönden bakınca büsbütün sorunlu bir film. Ona şiddetli itirazlarım var. Film, özellikle iki noktada ele aldığı sorunu hiç çözümlemeden (sanırım Akın'ın bütün filmlerinde kendini gösteren ana kısıtlama bu) ortaya çıkmış. Bu eksiklik yönetmenin tüm film boyunca kendini sürekli hissettiren müdahalesine yol açmış. Ders anlatan, hiza istikamet gösteren, yukarıdan bakan bir yaklaşım hakim filme. Sonuç, iki vahim, ölümcül hata!
Birincisi filmin ele aldığı "örgütçüler" meselesi . Nurgül Yeşilçay'ın oynadığı karakter bu yüzden hem karton bir karakter hem de karikatür. (Yeşilçay'a söz yok; o oynayabileceği kadar iyi oynamış. Gene de filmin ilk öyküsü ve "ebedi" Tuncel Kurtiz'le Nursel Köse her şeyden daha iyi ) Provokasyonu bu solcu kız yapıyor, silaha o davranıyor, lezbiyen o, örgütü satan o. Örgüt mensupları çirkin, sorunlu, kaba, hantal, fanatik insanlar. Devlet, iyicil, "baba" devlet. Hapishane düzeni pırıl pırıl, sorunsuz. Ayten (N. Yeşilçay) sonunda birisinin ölümüne "kasıtsız" sebebiyet veriyor, bin "pişman" oluyor, ölen kızın/sevgilisinin kavgalı olduğu annesiyle barışıyor, devletle "uzlaşıyor", pişman oluyor.
Bunlara kim inanır? Bunlar son derecede dogmatik, şematik şeyler. Akın'ın Türk toplumuyla iyi geçinmek gibi bir derdi var ve belli ki, bu filmin ikinci kesimi de ona hizmet etsin istiyor . Hele bir de İnarritu'dan aşırma bir "paralel hayatlar" anlatımı var ki, evlere şenlik.
Diğer mesele, kültürel çatışma ve onu çözmenin yolları . Açıkçası, "babayı kaybetme ve bulma hikayesi". Kurban öyküsüne gönderme ile, yitirilen baba, bulunan vatan. Ben hayatımda bu kadar milliyetçi ama gene bu kadar şematik bir sinema daha görmedim. Hele Schygulla'nın kızını yitirip, ezanbayramkurban üçlüsü eşliğinde kendisine yeni bir kültür bulması neredeyse bütün hümanizma tarihinin en göz yaşartıcı öyküsü olmaya aday. Zamanında Yücel Çakmaklı böyle şeyler yapardı. Akın da bu kolay öyküye ve kolaycı simgelere saplanıp kalıyor.
Unutmuşum nicedir bu kadar dogmatik-ideolojik film izlemeyi; hayretler içinde seyrettim. Ama Akın da bunu kabul ediyor; yaşamın "kıyısında" olduğunu söylüyor. Bence içine girse hiç fena olmayacak!
Not: Yazılarım bundan sonra pazartesi, çarşamba, cuma ve cumartesi günleri yayınlanacak.