Cumhurbaşkanlığı seçimi giderek ilginç bir hal alıyor. Çok yazıldığı gibi aslında bütün Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye'de ilginç süreçler olarak yaşanmıştır. Bunun birden çok nedeni var. Söz konusu nedenlerin bazıları objektif bazılarıysa sübjektiftir.
Objektif gerilim
Objektif nedenler derken kastettiğim son zamanlarda üzerinde yeterince durulmayan devlet sistemimizdir. Bizdeki devlet sistemi başkanlık değildir. Her ne kadar 1982 Anayasası'nın cumhurbaşkanına tanıdığı yetkiler ortaya kapalı bir yarı başkanlık sistemi görüntüsü çıkarmıştır ama o da bir izlenimden öteye gitmez. Yönetsel sistemimiz parlamenter sistemdir. Fakat bu tanım dahi yetersizdir. Çünkü, bizim sistemimiz siyasal açıdan bakılırsa parlamenterist-konvansiyonalist (meclisçi) sistemdir.
Bu sistem, ne kadar dengelemeye çalışırsak çalışalım, ortaya bir yönetim-siyaset gerilimi-zıtlaşması çıkaracaktır. Baştan beri bu gerçeğin içinde yaşıyoruz. Bugün de aynı ikilemi, aynı gerilime muhatabız. Buna bir unsur daha eklemek gerekir: ordu-devlet ilişkisi . Şunu kabul etmek gerekiyor ki, anayasanın bir maddesinde tadat edilen özellik yani cumhurbaşkanının başkomutan olması, kim ne derse desin, ordudevlet ilişkisini görünen unsurların ötesinde bir derinliğe kavuşturur. Bu ilişkinin diğer düzeylerde yeterince çözülmemiş olması ister istemez milli irade türünden tartışmalara her aşamada, her evrede yol açar. Bu olguyu objektif çelişki olarak nitelendiriyorum.
Diğeri, sübjektif gerilim, ise siyasal zihniyet dünyamızın bir uzantısıdır.
Sübjektif gerilim
Sübjektif gerilim, ideolojik zihin dünyamızın ve tercihlerinin objektif unsurlar tarafından belirlenmemesinden, tam tersine yeterince açıklığa kavuşturamasak bile, ideolojik tercihlerimizi verili olan yapının üstüne çıkarmak istememizden kaynaklanıyor. Bunun başında, bugünkü bağlamda bakacak olursak, mesela türban gelir. Bir cumhurbaşkanı eşinin başının bağlı olması yasal olarak sınırlandırılmış bir durum değil. Bunun Cumhurbaşkanlığı sürecine doğrudan etki etmemesi gerekir. Ama bugün yapılan tartışmaların önemli bir bölümünde açık seçik öne çıkan nokta bu. Söz konusu durumun en 'veciz' ifadesi ise Genelkurmay Başkanı'nın tanımıydı: ' sözde değil özde laik cumhurbaşkanı'. Bu tanım somutlaştırılamaz; zihniyet dünyasının ideolojik bir yansıması olarak değerlendirilebilir sadece.
Hangisini seçmeli...
1969 sonrasındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin neredeyse tümünde objektif gerilimler değil sübjektif gerilimler göz önünde bulundurularak sorun çözüldü. Yönetim-siyaset gerilimi bile sübjektif tartışmaların ağırlığı altında kaldı; onlara verilen öncelikle aşıldı. Bu yönde adımlar atılırken devlet içi dengeler göz önünde bulunduruldu. Örneğin Süleyman Demirel'in yasal olarak kendisine bağlı Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı gizlice ziyaret ederek cumhurbaşkanı olmaya davet etmesi bu türden bir yaklaşımdır. Ahmet Necdet Sezer'in yargı bürokrasinin başındaki kişi sıfatıyla cumhurbaşkanı seçilmesi bu anlayışın bir başka tezahürüdür. Son olarak Baykal'ın son derecede şanssız bir açıklamayla 'cumhurbaşkanı Meclis dışından olmalıdır' deyişi bu anlayışın bugünkü uzantısı diye görülmelidir. Hatta, zamanında aynı Baykal'ın bir başka vahim yanılgı ve öngörü eksikliği örneği vererek Özal'ın seçilmesine karşı çıkması, ardından seçilirse 'onursuzca indiririz' demesi gene aynı doğrultuda bir yaklaşımdır.
Bunlar, Cumhurbaşkanlığı seçimi ideolojiden arındırılmış, ideolojiye bağışık bir süreç değildir anlamına gelmez. Elbette ideolojik bir tartışma içinde belirlenecektir yeni cumhurbaşkanı. Önemli olan bunun objektif hale getirilmesi, bunun siyasal bir süreç olarak tamamlanmasıdır. Hatta, hepsinden önemlisi bu tartışmanın bütünüyle politik bir zeminde, bir politika sorunu olarak yaşanmasıdır. O zaman sorunların önemli bir bölümü çok daha kolaylıkla aşılabilir.
Siyaset başka ne için var?