Her şey göründüğü gibi değildir.
Peşin hükümle hareket etmeden, insanları daha derinlemesine tanımaya çalışalım. İşte bu konuda, tam da Ramazan'ın havasına yakışan güzel bir hikâye:
Padişah 3. Murat, o gün yatağından bir tuhaf kalktı. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i azam Siyavuş Paşa'nın "Canınızı sıkan bir şey mi var?" sorusuna, "Akşam garip bir rüya gördüm" cevabını verdi. Ama rüyanın mahiyetini açıklamadı. Siyavuş Paşa'ya "Hazırlan dışarı çıkıyoruz" dedi. Molla kılığına girdiler. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt'a yöneldiler. Sonunda Unkapanı civarlarında soluklandılar. Birden gözlerine bir ceset ilişti. Kim olduğunu öğrenmek istediler. Ahali "Ayyaşın biridir, sakın bulaşmayınız ona" cevabını verdi. Ve tafsilatıyla anlatmaya koyuldular:
-Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir. "İsterseniz komşulara sorun" der, 'Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?' Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Padişah vezire der ki: "Bu adam bizim tebamızdır, defnini tamamlamamız gerekir."
-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
Ve gelirler Fatih Camii'ne, Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar.
Naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama. Birden vefat eden kişinin bir yakını olabileceği akıllarına gelir; belki merak etmektedir. Cesedi buldukları yere geri dönerler, sorup soruştururlar ve nalıncının evini bulurlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Onlara teşekkür eder. 'Biliyor musun oğlum?' diye dertli dertli söylenir, 'Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı.
Sonra getirip dökerdi helaya.'
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin diye.
- Hayret.
-Sonra malûm kadınların ücretini öder eve getirirdi. 'Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım' derdi. 'Öyleyse şimdi dinleseniz gerek' O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi.
Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. 'Öyle bir imamın arkasında durmalı ki' derdi, 'tekbir alırken Kâbe'yi görmeli.' Bu yüzden Nişanca'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün 'Bakasın Efendi!' dedim, 'Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada'. 'Kimseye zahmetim olmasın!' deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. 'İş mezarla bitiyor mu?' dedim. 'Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra 'Allah büyüktür hatun' dedi, 'Hem padişahın işi ne?' (Arzu Gül'e teşekkürler)