Harvard'lı tarihçi Niall Ferguson, 27 Aralık tarihli Financial Times'daki yazısında geride bıraktığımız on yılı "dünyanın doğuya meylettiği on yıl" olarak tanımlıyor. 1500'den beri devam eden Batı'nın yükselişi sona mı eriyor? Her yükselişin bir düşüşü olduğuna göre yükselen yeni güçler kimler? Biz içerde kozmik odalarla ve kozmetik operasyonlarla uğraşırken 2010'da "derin küresel gündem"i bu sorular belirleyecek.
Batı'nın 500 yıllık yükselişinin sona erdiği yönünde yaygın bir kanaat var. Deniz aşırı imparatorluklar kurmuş olan İngilizler, İspanyollar, Hollandalılar ve Portekizliler, imparatorluk sevdasından uzun zaman önce vazgeçti. Şimdi ulus-devletleriyle yetinmekten yanalar ve "imparatorluk olmadan nasıl güçlü kalabiliriz?" sorusunun cevabını arıyorlar. Modern imparatorluk kurmayan Almanlar ve Fransızlar da aynı arayışın içinde.
Batı medeniyetinin belki de son imparatorluğu olan Amerika Birleşik Devletleri, Bush döneminde adeta bir mirasyedi gibi bütün kredisini tüketti. Dünyayı artık ne havuçla ne de sopayla istediği gibi yönetemeyen bir Amerika var. Obama imparatorluk kelimesini kullanmadan Amerika'yı yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyor. Amerikan gücünün giderek büyük bir soru işareti haline geldiği sır değil. Fakat kimse acele etmesin: Amerikan gücü, etkinliğini muhafaza ediyor. Amerika defterinin kapandığını zannedenler yanılıyorlar. Zira Amerika kendini küresel bir güç haline getiren dinamiklere halen sahip. Bush'tan sonra Obama gibi birinin Amerikan gemisinin kaptanı olması, sistemin derin akliyetinin çalıştığını gösteriyor.
Küresel tahakkümün altı kuralı
Ferguson'a göre Batı'nın tarihi yükselişinin sırrı, altı unsurda gizli: Kapitalist ekonomik düzen, bilimsel metot, özel mülkiyet ve bireysel özgürlüğe dayalı bir hukuk ve siyaset sistemi, geleneksel emperyalizm, tüketim toplumu ve Weber'in "Protestan ahlakı" ile açıkladığı sermaye birikiminin bizatihi bir değer olarak kabul edilmesi. Bu unsurları bir araya getiren Batılı uluslar, moderniteyi ve modern kapitalizmi üretmekle kalmadılar, bunları dünyanın her tarafına da yaymayı başardılar.
Batı bu değerlere hala sahip ama artık Batılı olmayan toplumlar da bu dinamikleri üretmeye başladılar. İşin sırrı da burada gizli. Küreselleşmeyle beraber yaşanan en büyük sessiz devrim, Batılı olmayan toplumların Batının gelişme ve büyüme sırrını çözmüş olması. Bir manada "düşmanının silahıyla silahlanan" periferideki ülkeler, merkezin imtiyazlarını sorguluyor. Tıpkı Türkiye'de AK Parti iktidarında ifadesini bulan merkez-çevre ilişkisi gibi.
Batı krizden çıkabilir mi?
Batı medeniyetinin krizde olduğunu söyleyenler doğru bir tespit yapıyorlar. Batılı toplumlar, 18 ve 19'uncu yüzyılda sergiledikleri enerjiye sahip değiller. Dünyayı yönetmek bir yana kendi dertleriyle bile baş edemiyorlar. İsviçre gibi müreffeh ve liberal bir toplum bile dört minareyi tolere edemez hale gelmiş durumda. AB'nin başına silik bir siyasi seçebiliyorlar. Kıbrıs'taki bir avuç Rum'a dahi söz geçirmekten acizler.
Anlamsız korkularla Türkiye'nin AB üyeliğine ayak diretiyorlar. Çoğulculuğun reddi, çöküşün ilk işaretlerindendir. Osmanlı zirveye en çoğulcu ve kozmopolit olduğu dönemlerde ulaştı. İçine kapandığı oranda da çöküşü hızlandı. Çoğulculuğa kapısını kapatan bir Batı, zaten inişe geçmiş demektir.
Fakat Batı bu krizden çıkabilir. Batının koyduğu küresel standartlar başka toplumlar tarafından takip edildiği müddetçe, Batı görece avantajını devam ettirecektir. Türkiye'nin AB eksenli demokratikleşme çabası, bunun mikro bir örneği. Türkiye Kopenhag Kriterleri'ne uygun bir demokratik sistem kurmak için illa da formel bir batılılaşma programı izlemek zorunda değil. Çünkü artık modernleşmenin yolu Batılılaşmaktan, Avrupalılaşmaktan geçmiyor. Fakat adalete, paylaşıma, özgürlük ve hukuka dayalı bir demokratik sistemi kendi dinamikleriyle üretip koruyamayan Türkiye, AB çıpasına bağlı kalmak zorunda.
1500 yılından bu yana devam eden "Batı'nın yükselişi" filmi son seanslarını oynuyor olabilir. Ama bu, filmin koptuğu anlamına da gelmiyor.