Pandemi, toplumsal pek çok dengeyi alt üst etti. Artık kıyafet veya yemek alışverişinden iş toplantılarına pek çok işimizi çevrimiçi hallediyoruz. Daha az yüz yüze sosyalleşiyoruz. Daha az seyahat ediyoruz. Tatil tercihlerinde bile sosyalleşmeye olanak sağlayan oteller yerine ailelere özel evler daha çok tercih edilir hale gelmiş.
Ancak pandeminin değiştirdiği tek dinamik bu değil. Bir yandan pandemi hayatı pahasına mücadele eden doktorlar üzerinden bize bu mesleğin ne kadar saygıdeğer olduğunu hatırlatırken, diğer yandan ekran düşkünü oportunistler ve bilime taparcasına inanan ama bir dediği diğerini tutmayan tutarsızlar eliyle de zarar gördü. Öte yandan pandemi sebebiyle kritik hastalıkların teşhisine bile engel olan gecikmeler sonrasında inanılmaz bir randevu birikimi geldi. Bu da zaten iş yükü ağır olan doktorları daha da zor duruma düşürdü.
Kamuoyu genelde doktorların birincil derdinin maaşlar ile alakalı olduğunu sanıyor ama esasında öyle değil. Camiada tartışılan başlıkların öncelikli olanı emekliliğe yönelik düzenlemeler, yıpranma payı gibi meseleler ve bildiğim kadarıyla bakanlığın konu hakkında bir çalışması mevcut. Maaş bazında ise Almanya veya İsveç'teki asistan doktor maaşlarının 4500 Euro civarında olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla birim kıyaslaması açısından ülkemizin daha kötü imkanlar sunduğunu söylemek güç. Ne var ki yurt dışı ile en büyük fark hasta başına düşen doktor ve dolayısıyla teşhis-tedavi süresi meselesidir. Hasta başına düşen doktor sayısı sıralamasına göre ülkemizde Avrupa ortalamasının iki katı bir yoğunluk söz konusu. Beş dakikada bir hasta gören doktorun ne kadar verimli olabileceği sorgulanmalıdır.
Bir sorun da randevu sisteminde basamaklı bir sistemin olmaması ve bu yüzden grip olanın bile aile hekimine değil, üniversite veya şehir hastanesine gitmesidir. Şayet MHRS sisteminde şikayetler üzerinden üç basamaklı (aile hekimidevlet hastanesi-şehir veya üniversite hastanesi) bir sevk protokolü oluşturulursa böylelikle hem aile hekimlikleri daha işlevsel hale gelir hem de özellikle üniversite ve şehir hastanelerinin yükü adil biçimde dağıtılmış olur.
Gelelim en önemli başlık olan güvenliğe... Doktorlara ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet hadiselerinin son yıllarda arttığı malum. Geçtiğimiz günlerde Sağlık ve Adalet Bakanlığı ortak bir sempozyum düzenleyerek bu konuya kapsamlı bir çözüm getirileceği müjdesini verdiler. Bakan Bozdağ'ın "Hekimleri de hakimler gibi korumalıyız" sözü konunun ciddiyetinin farkında olduklarını gösteriyordu.
Bilinsin ki bu yazı, Cumhurbaşkanımızın ülkeden gitmekle tehdit eden doktorlara yönelik "Giderlerse gitsinler" sözünü sanki tüm camia hedef alınmış gibi yansıtıp kendisine destekçi bulmaya çalışan oportünistler ve kendilerini hem diğer mesleklerden üstün gördüklerini her fırsatta söyleyip başka meslek sahipleri gibi greve giderek aslında farkları olmadığını gösterenler için yazılmadı. Tıp Uzmanlık Sınavı yerine Almanca çalışan tıp öğrencilerine de ABD'de yaşasalar 250-400 bin dolar borçla sahip olacakları mesleği ülkemizde üniversite harcı bile ödemeden kazandıklarını naçizane hatırlatmak isterim. Herkes karakterine yakışanı yapsın. Linç edecekler diye bu hakikatleri yazmaktan da vazgeçemeyiz.
Ancak aynı zamanda doktorlarımızın haklı taleplerine ses olmak da bizim vazifemizdir. Elbette onlara kulak verip gereğini yapmak da hükümetin vazifesidir. Böylelikle hem doktorların hem de hastaların deneyimi iyileşecektir.
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz