Merhum Turgut Özal'ın vefatının yıldönümüydü dün. Kendisine yakın danışmanlarından olan ve şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Başdanışmanlığı vazifesinde bulunan Burhan Kuzu, Özal'ın ölümünden kısa süre önce kendisine söylediklerini şöyle anlatıyor:
"Özal beni çağırdı bir gün ve dedi ki: Hocam başkanlık modelini getirmek için çok uğraştım. Fakat 1987'de sayısal ve siyasal gücü bulamadım. Beni dört duvar arasına ittiler. Ben Kafkaslar'a gidiyorum, dönüşte parti kuruyorum."
Özal, Menderes'in idamıyla verilen gözdağından yıllar sonra Türkiye'nin dönüştürücü gücünü halk iradesini tesis için kullanan ilk liderdi. Kürt meselesini çözmek için adım atan, reformlar yapmaya çalışan, DEP'li vekilleri Köşk'te kabul eden ilk liderdi. Doğan medyasının 'sivil diktatör' ilan ettiği ilk liderdi. Ancak Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından, aynı vazifeyi yürütmesi gereken partisi onu yalnız bıraktı ve 'Çankaya'ya hapsetti.'
Aleyhindeki ulusal ve uluslararası medya kampanyasına karşın onu savunacak bir medya gücü de yoktu. Halk nezdinde itibarsızlaştırılması projesi 'kafaları karıştıracak' ölçüde başarıya ulaşmıştı. Hükümet kurmadan önce kendisini spor kıyafetle karşılayan Aydın Doğan'ı ziyarete giden bir Başbakan vardı artık.
Özal'ı kaybettik, onunla birlikte vesayete karşı verilen mücadeleyi de kaybettik. 93'ten itibaren faili meçhullerle, ekonomik ve siyasî istikrarsızlıklarla dolu, 10 yıllık karanlık bir dönem yaşadık.
Dün aynı zamanda, bir süredir yazdığım Brezilya'daki yargı darbesinin sonuç alma günüydü. Başkan Dilma'ya, meclisin çoğunluk oyuyla yargı yolu açıldı ve alaşağı edilmesi projesi başarıya ulaştı. Dilma hakkında somut tek iddia olmamasına rağmen, onu yolsuzlukla suçlayan meclisin %60'ı aleyhinde yolsuzluk suçlamaları olması fark etmedi. Ülke medyasının %70'inin Dilma karşıtı büyük sermaye ailelerine ait olduğunu hatırlatalım.
Velhasıl dün, ibret olması gereken, 'bir musibetten bin nasihat' çıkartacak türden bir gündü.