Bu zor bir yazı. Çünkü üç yıldan fazla bir süre önce "İran'la savaşıp, İsrail'le barışalım mı?" yazmıştım. Orda Suriye direnişine tam ve net desteğimi yinelerken, Suriye'deki zulmün İsrail'i unutturduğundan, İran ile bir eksen kurmakta ısrar etmenin öneminden, Ortadoğu'da hem İran'a hem İsrail'e düşman kalmanın imkânsızlığından bahsetmiştim.
Ancak o üç yıldan fazla süreye İsrail'in ömrü boyunca katlettiğinden de çok olan 300 bin Müslüman'ın kanı, 6 milyon dış göç ve onbinlerce işkence veya açlık gibi sebeplerle öldürülen Suriyeli sığdı. Dahası İran'ın kısmen Lübnan'ı da katarsak dört Arap ülkesine yayılması, PKK üzerinden barış sürecini bitirmesi, Barzani'yi alçakça kuşatmaya alması ve Bağdat'ta 18 Türk işçiyi kendi vekil örgütüne kaçırtması gibi nice düşmanlıkları sığdı.
Bunun üzerine Mart 2015'te "Neo-Pers İmparatorluğu" yazımda, İran'ın kurucu dışarısının artık ABD değil, en başta Türkiye olduğunu ve bizim de mecburen buna göre pozisyon almamız gerektiğini belirtmiştim. Verdiğim örneklerden birisi de İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Yunusi'nin şu sözleriydi: "Bağdat, büyüyen imparatorluğumuzun başkentidir. Bölgede bizimle yarışmaya giren gerek Osmanlı nesli, gerek Roma'dan geri kalanlar, bizim şu an Irak'a verdiğimiz desteğe itiraz ediyor. Biz bu bölgede bunlara karşı İran Birliği kuracağız."
İran'ın emperyalist/ yayılmacı arzuları, Sünni dünyada, diktatörlükten uzak, kendi iç dinamiklerini silaha ve vesayete yedirmeyen tek ülke olan Türkiye'yi ve lideri Erdoğan'ı hedef almasına rağmen diplomatik ilişkilerimizi aksatmadan sürdürmeye gayret ettik. Suriye davası, İran'la diplomatik görüşmelerin gerçekleştiği 'odadaki fil'di ve Rusya Suriye'ye girdiğinden beri o fil odayı kaplayıp nefes almayı zorlaştıracak kadar büyük artık.
Suriye meselesinde masada değil de arka koltukta oturmaya zorlanan Türkiye, halk iradesinin meşruiyetini savunan tek ülke olarak İran'ın ABD -Rusya destekli yayılmacılığıyla Ortadoğu'yu ateşe atmasına karşı alternatif yolları deniyor. Bu, onu bazen istemediği yollara girmeye, bazen de istemediği açıklamaları yapmaya zorlayacak. Ki politika ve özellikle dış politika aslında bu demek. İsrail'le diplomatik zeminde ilişki kurmak bunlardan biri ve dünkü yazıda bahsettiğim üzere 'barışmak' diye adlandırılabilecek stratejik ve uzun soluklu değil, 'normalleşme' denebilecek konjonktürel bir adım söz konusu.
Yoksa İran'ın ve İsrail'in Ortadoğu'da aynı yayılmacı ve işgalci zihniyetle hareket eden, madalyonun iki yüzüne tekabül eden, birbirlerinin zıddı gibi görünse de düşmanlık kurgusu içinde birbirlerini 'meşruiyet' sağlayarak var eden iki ülke olduğu görenlerin malumu.
Türkiye Suriye'de halkın özgürlüğünün, Gazze'de ambargonun kalkmasının, Mısır'da halk iradesinin yanında olduğunu defaatle gösterdi, gösteriyor. Bu anlamda dünya üzerindeki en tutarlı ve ilkeli ülke olmamıza rağmen, öncelikler sıralaması ve kurulan farklı eksenlerin ortasında var olma çabasında olduğumuz unutulmamalı; Filistin'e giden yolun Şam'dan geçtiği de...
Neticede Müslüman kamuoyunun da mazlumların da umudu 'yıkılmamamız'da...
İsrail'le normalleşirken...
Türkiye, İsrail'le diplomatik ilişkileri yeniden tesis ederken, söz konusu anlaşmanın 'one minute'den bu yana onbinlerce kilometre ötede coşkuyla karşılık bulan duruştan vazgeçildiği anlamına gelmemesine dikkat edilmeli. Bu minvalde Mavi Marmara davalarının hukuk sistemimizle mağdurlar arasındaki bir mesele ve Hamas'ın Türkiye'de özgürce faaliyet yürüten meşru bir parti olduğu ilkesinden vazgeçilmemesini temenni ediyorum.