Muhteşem görüntüsü ve simsiyah giysisiyle Kâbe bugün İslam âlemi için daha anlamlı. Sanki bu haliyle İslam âleminde dökülen kana, yapılan zulme bir isyanı simgeliyor. Kâbe'ye çarpıp geri gelen, hacıların lebbeyke sesleri bir isyana, bir dirence bir kıyama benziyor bence.
Korkarım ki Kâbe bugünlerde kıyametten önce yeryüzünden kaldırılacağı günleri özlüyor. Korkarım ki Kâbe bizim beldelerimizden, harem mıntıkasından artık muhacir olmak istiyor. Korkarım ki Kâbe bu diyarlardan hicret etmek istiyor, kaçmak istiyor. Sanki siz birbirinizin kanını döktükten sonra, benim harimime yaban eli sokmuş oluyorsunuz diyor.
Kâbe'ye edeple yaklaşırız. Tavaf ederiz, selamlarız, dokunuruz. Örtüsüne tutunup günahlarımıza ağlarız. Kâbe'ye yapılan en küçük bir saygısızlığı kabul etmeyiz. Edemeyiz. Etmemeliyiz de.
Ama ne yazık ki Kâbe'ye gösterdiğimiz bu saygıyı, birbirimizin iffetini korumakta, izzetini, onurunu, şerefini, esenliğini korumakta gösteremeyiz. Aynı hassasiyetten uzak dururuz.
Kâbe bütün ihtişam ve kutsiyetine rağmen insan eliyle inşa edilmiştir. İnsan ise Rabbin ruh verme emri ile, ruh üfürmesiyle vücuda gelmiştir. Onun içindir ki, bir müminin izzeti ve onuru Kâbe'den üstün görülmüştür.
Hz. Peygamber'in Kabe'nin üzerine ezanı okuması için Hz. Bilal'i çıkarması elbette ki sıradan değildir, tesadüfi değildir. Siyahi bir eski köle olan Hz. Bilal'i.
İslam âleminde kan akıyor. Ümmetin âlimleri ise hâlâ çoraba mesh olur mu, olmaz mı diye tartışıyorlar. İslam beldelerinde halk kanla abdest alıyor, ümmetin âlimleri kan abdesti bozar mı diye soruyorlar.
Olağanüstü zamanlar yaşıyoruz. Bu kanı durdurmalıyız. İslam beldelerinin tümünü bağlayacak, mücbir kılacak manevi vasfı olan otoriteler inşa ederek tahkim olayına, hakem olayına zorlamalıyız. Yoksa zalimlerin, diktatörlerin, aşiretlerin insafına bırakırız bu Hz. Muhammed'in (sav) mazlum halkını, ümmetini.
***
Günahlarımız yüzümüze yansısa
İşlediğimiz her günahın manevi bir şekli varmış. Suratsız ve çirkin bir şekil. Bazen bu şekil, ürkütücü bir hayvanın, bazen ise daha feci bir görüntünün yansıması şeklinde olurmuş.
Yüce Rabbimiz rahmetinden ve settar -örtücü- isminin hürmetine bu yüzümüzü birbirimize göstermezmiş. Düşünebiliyor musunuz, şayet karşımızdakinin hakkımızda ne düşündüğünü, hangi duygular içinde olduğunu, demin hangi günahı işlediğini görebilseydik sokağa çıkabilir, birbirimizin yüzüne bakabilir miydik?
Şayet bu hallerimiz birbirimize görünseydi acaba maske mi takardık, yoksa uzlete çekilir sokağa çıkamaz, yoksa tam tersine iyi işler mi işlerdik bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, o da yüce Rabbim şefkatinden dolayı bu suratımızı gizliyor. Belki ancak hal ehli, Allah'a çok yakın olan insanlar biraz muttali oluyorlar bu hale. Bize gösterilmiyor belki ama o yüce Rabbimiz her şeyin farkındadır. Sizin kendi hakkınızda bilmediğinizin, farkında olmadığınızın da farkındadır. Ve buna rağmen sizi ve bizi deşifre etmiyor, örtüyor. Bir daha günaha meylettiğinizde bütün bunları bir daha düşünün.
***
Hastalıklar günahlara kefarettir
Hz. Peygamber (sav) elinde tuttuğu kuru bir yaprakla cemaatin huzuruna gelir. Cemaatin huzurunda bu ağaç dalını silkeler. Kuru yapraklar birbiri ardınca dökülür.
Peygamberimiz şöyle buyurur; İşte müminin günahı buna benzer. Hastalanan müminin günahı bu kuru yapraklar misali dökülür. Yeter ki hastalığına sabretsin, isyan etmesin.
Sahabeden İmran bin Husayn (ra), 30 yıla yakın bir süre hastalık çeker. Dostu bu kadar ağır ve acı veren bu hastalığa nasıl sabrettiğini sorar. Hz. İmran şöyle cevap verir: Ben hastalığıma hiç isyan etmedim. Bu sabrın karşılığında Allah beni mükafatlandırdı. Biliyor musun ben melekleri gözlerimle görüyor ve onlarla sohbet ediyorum. Bu makama ancak sabırla ulaştım. Belki bu hastalık gelmeseydi bu hale ulaşmayacaktım.
Kişi elbette ki hastalık istememeli. Hastalıktan Allah'a sığınmalı. Tedavi olmalı. Allah'ım bana bela ver dememeli. Diyemez. Bunu caiz görmemişler. Ama bir hal gelince de sabretmelidir.
***
Kuran'ın kaldırılacağı gün gelince
Evinizin kitaplığında bulunan Kuran-ı Kerim'i bol bol okuyunuz. Hem Arapçasını, hem mealini ve hem de tefsirini. Çünkü Kuran'la meşguliyet ibadettir.
Kuran-ı Kerim'e bir gün kaybolacak bir hazine gibi bakınız. Zira gün gelecek ve Kuran-ı Kerim elimizden çekilip alınacaktır. Yeryüzünden kaldırılacaktır.
Hz. Huzeyfe (ra) Hz. Peygamber'den şu hadisi nakletmektedir. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
Bir elbisedeki nakış nasıl eskirse İslam da bir gün gelecek ve böyle eskiyecek. Hatta öyle bir durum olacak ki, oruç, namaz, hac ve sadakanın (zekâtın) ne olduğu unutulacak. Bir gece gelecek ki, Kuran-ı Kerim ayetlerinden yeryüzünde hiçbir ayet kalmayacak.
Sadece insanlardan bazıları ve bazı ihtiyarlar şöyle diyecekler: Biz babalarımızın -la ilahe illallah- dediğini duyuyorduk. Biz de işte ancak bunu söylüyoruz.
Hadisi dinleyenlerden -Sıla- isimli zat Hz. Huzeyfe'ye soruyor: Peki bu adamlar namazı bilmez, haccı bilmez, orucu bilmez ve zekâtı da bilmez iseler bu kelime -yani sadece la ilahe illallah, Allah'tan başka ilah yoktur sözü- onlar için yetecek mi?
Soruya muhatap olan Hz. Huzeyfe soruyu duymazdan gelir. Ama Sıla ısrarla sorunca, üçüncü kez soruşun sonrasında Hz. Huzeyfe şöyle cevap verir: Bu söz ancak onları ebedi cehennemde kalmaktan kurtarır... (İbni Mace, hadis no: 4049)
Elbette bu günlerde değiliz. Elbette henüz erken. Öyle görünüyor en azından. Ama gün bu, aniden gelse kim ne diyebilir ki. Kuran-ı Kerim'i yaşayan ve idrak eden bir nesil yetiştirmek zorundayız, bu güne takılmadan.