Devletler hem ekonomik büyümeyi hem de müreffeh bir toplum yaratmayı önemser. Ama maalesef bu iki seçenek her zaman el ele yürümez. Çoğunlukla bir tarafa ağırlık vermek gibi bir zorunluluk doğabilir. Mesela ekonomik büyüme için ihracatı destekleyen bir yaklaşım takip etmek gerekebilir. Aynı ihracat başarısı içeride enflasyonun yükselmesi gibi sonuçlar doğurabilir. Veya liberal ekonomi politikalarına öncelik vermek ekonominin toplumsal paylaşımında dengesizliklere neden olabilir.
Son günlerde bu tür ikilemler tüm dünyada daha fazla hissedilir hale geldi. Mesela Avrupa ülkeleri uzun yıllar sosyal politikalar çerçevesinde büyümeyi değil refahı önceledi diyebiliriz. Buna karşın özellikle Çin ve Rusya gibi ülkeler çoğunlukla büyüme odaklı gitti. Amerika'nın güvenlik şemsiyesi altında sanayileşmiş Avrupa ülkeleri hırslı büyüme politikalarını pek tercih etmediğinden bugünlerde yeni bir dünya düzenine uyanıyorlar. Amerika da yeniden büyüme peşinde ama bunu nasıl yapacağına dair elimizde pek veri yok.
Çin gibi demokratik olmayan ülkelerde bu tercihleri yapmak pek zor değil. Ancak demokratik ülkelerde ciddi reaksiyonlar doğabiliyor. Hele Avrupa gibi refah düzeyi yüksek toplumlarda bu düzeyden vazgeçmek çok zor. Ancak yeni dünya düzeninde Avrupa ülkeleri büyük güç statülerini sürdürmek istiyorlarsa büyüme odağını tercih etmek de bir çeşit zorunluluk.
Türkiye'nin de benzer tercihlerle karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Bir yandan Türkiye'nin önünde muazzam bir fırsat var. Dünya siyasetinin çalkantılı bir döneminden faydalanarak edindiği göreli bağımsızlık halini sürdürebilirse büyüme şansını yükseltebilir. Dikkat ederseniz Cumhurbaşkanı Erdoğan bu anlamda sürekli büyümeyi vurguluyor. Çok doğru bir zamanda çok doğru bir tercih olduğunu söyleyebiliriz.
Buna karşın Türkiye'de yoğun bir refah toplumu beklentisi olduğunu da söylemek mümkün. Gördüğüm kadarıyla muhalefet de bu beklentinin üzerine binmeye çalışıyor. Son dönemde ortaya çıkan popülist söylem biraz da bununla ilgili.
Bir de buna Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi şartları eklerseniz karşınıza çok daha zor bir durumun çıktığını görebilirsiniz. 2023 seçimlerine 2 yıldan az bir süre kaldı. Son derece kritik sonuçları olacağı düşünülen bu seçim sürecinde muhalefet son derece agresif bir siyaset takip edecektir. Maalesef muhalefetin gelecek vizyonu sadece Erdoğan'ı devirmekle sınırlı olduğundan Türkiye'nin uluslararası sistemde büyük güç olma çabasını zerre kadar önemsediği yok. Bol keseden vaatlerin dağıtılacağı bir dönemde bunun seçmen üzerinde ne tür etkisi olacağını tahmin etmek de kolay değil.
Her türlü ankette kişilerin kendi ekonomik kaygıları tabii ki yüksek oranlarda çıkar. Fakat ayrıntılı çalışmalar vatandaşın bu iki siyaset biçimi arasında ne tür değerlendirmeler yaptığını ortaya çıkartabilir. Büyümesi düşünülmemiş bir popülist siyaseti seçmen ne kadar gerçekçi bulur? Türkiye'nin büyük güç statüsüne çıkabilme ihtimalini ne derece mümkün görür? Bu büyümeyi nereye kadar önemser? Bu ve benzeri tonlarca sorunun cevap bulması önemli.
Aslında Suriye, Libya ve Karabağ gibi alanlarda son dönemde elde edilenler, ekonomik büyümeyi gerçekleştirmeden refah toplumu kurgulamanın bir hayalcilikten ibaret olduğu, dünyada birçok ülkenin büyümeyi bir zorunluluk olarak görmeye başladığı, gibi konular bu zaviyeden ele alınacak olursa o zaman büyüme politikaları için çok daha geniş bir toplumsal taban oluşturmak mümkün olabilir.
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz