Sen unutsan da kim olduğunu, onlar unutmuyor. Öyle ki, kendi aralarında tonlarca çekişme ve çatışma varken bir yolunu bulur, Osmanlı'yı bölüşmek için plan yapılır. Sen ister Tanzimatçılığın doruklarına çıkmakla kalma, İngiliz beklentilerini kendi milli çıkarlarının önüne koy, ister Nedim Paşa gibi adın Nedimov'a çıksın... Çok da fark etmez. Ruslar ile İngilizler konu sen olunca anlaşmanın bir yolunu bulur.
İster AB müktesebatına sonuna kadar uyum göster, ister katışıksız NATO'cu ol, ister Avrasyacı. Bulgaristan, Romanya ve hatta Güney Kıbrıs alınır AB'ye, sen beklersin kapıda. NATO darbe yapar ülkende. Rus, PKK'ya destek olur ABD'nin boşalttığı kuzey Suriye'de.
Sen ise Türkiye'nin Washington Büyükelçisi olarak atanırsın, Türkiye'yi savun diye. Ama sen, Amerika'yı savunursun Türkiye'de. Sonuç? Yaranabildin mi? Hayır. Çünkü sen Müslüman'sın. Dindar bir Müslüman değilsen bile Türk'sün. Müslüman'ın adı Türk değil mi zaten oralarda?
Normalde dış politikayı kimlik üzerinden değerlendirme eğilimim yoktur. Hatta bütün kariyerim bunun tersine teorik çalışmalarla geçti diyebilirim. Ama söz konusu İslam toplumları olunca nedense "rasyonel" Batı aklı bir anda çöküyor ve yerini Orta Çağ'dan kalma Haçlı ruhuyla bezenmiş bir İslam düşmanlığı alıyor.
Örnek mi? Batı'da reelpolitik pratiğin üç beş temsilcisinden biri olarak görülen Winston Churchill için bile söz konusu İslam olduğunda, güç dengesi mantığı gider, yerine dengesiz bir düşmanlık hissiyatı gelir. Bunu da açıkça söyler. "Her ne kadar çıkarlarımız Osmanlı ile ittifakı gerekli kılsa da önemli olan Osmanlığı zulmü altındaki din kardeşlerimizi savunmaktır" der.
Konu İslam toplumlarından açıldığında bütün diğer okumalar bir kenara itiliyor. Müslümanlar biricik bir örnek haline dönüştürülüyor. Mesela, savaş tarihi üzerine bir yazar, hangi sebepten hangi toplumların savaşlarda başarılı olduğunu anlattığı kitabında, tüm örnekleri açıklayacak bir yöntem bulmuştur.
Kimi üstün bir teknolojiye dayanıyormuş, kimi iyi bir planlama becerisine. Ama İslam'ın yükselişi bir türlü bu teoriye uydurulamıyormuş. İslam'ın erken dönemde hızla yayılmasını, askeri ve siyasi başarılarını ne teknoloji ne de planlama becerisi açıklayabiliyormuş. Geriye bir tek zihni ve duygusal faktörler kalıyormuş.
Öyle olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ama önemli olan, İslam toplumlarının hep bir ayrık otu olarak tarif edilmesidir. Mesela, Batılı reformları "Osmanlı'nın neden başaramadığı", Japonların nasıl başardığı tartışılır. Ama aynı mukayese nedense Osmanlı ile Çin arasında veya Osmanlı ile Hindistan arasında yapılmaz. Çünkü İslam'ın gericiliği vurgulanacaktır. Kültürel muhafazakârlığa dayandırılacaktır.
Sonunda Müslümanlar hep istisna olarak tarif edilir, yaftalanır. İçimizden çıkarmaya çalıştığımız aydın sınıfı da Batı akademisinde hayal ettiği kariyer basamaklarını tırmanmak için "İslam istisnacılığına" kürekle, kamyonla hammadde taşır. Yarandığını sanır ama ne mümkün? Çünkü o hep ötekidir. Nokta.
Sen kimliğini kaybedersin. Daha doğrusu kaybettiğini sanırsın. Ama Batılı onu bulur, buluşturur, senin eline tutuşturur. Çünkü zaten hep söylenir ya, kimlik senin inşa ettiğin değil ötekinin sana verdiği bir şeydir. Ve öteki seni eritip bitirmenin peşindedir. Bazen Endülüs, bazen Bosna, bazen Filistin'de, işte olup biten hep budur. Daha soruyor musun neden Batı kamuoyu sessiz diye?
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz