"Baskıcı iktidar-komplocu muhalefet" kısır döngüsü siyasetimizin önde gelen "tavuk-yumurta" sorunsallarından birisidir. Kim olduklarından bağımsız olarak "iktidar"ın "muhalefet"in komploculuğu, "muhalefet"in ise "iktidar"ın baskıcılığından kaynaklandığını savunduğu bu kısır döngü, imparatorluktan günümüze uzanan süreçte kırmaya muvaffak olamadığımız bir sarmala dönüşmüştür.
Bu olgunun farklı lider ve örgütlenmeler altında, kesintisiz denilebilecek bir süreçte yeniden üretilerek günümüze taşınmış olması, onun yapısal bir sorun olarak tahlilini gerekli kılmaktadır.
Diğer bir ifadeyle Tanzimat'ın ilk evrelerinde ıslahatçılar ile muhafazakâr bürokratlar, sonrasında Âlî ve Fuad Paşaların liderliğindeki ricâl ile Yeni Osmanlılar, II. Abdülhamid ile Jön Türkler, İttihad ve Terakki Cemiyeti ile muhalifleri, Tek Parti ile muarızları, Demokrat Parti ile CHP arasında yaşanan bu ilişki biçimi güncel siyasetimizde de gözlemlenebilmektedir.
Kutuplaştırıcı, çatışmacı ve son tahlilde otoriter siyasetin nedeni ve neticesi olan bu olgunun bir diğer özelliği ise iç aktörlerle sınırlı olmayan bir ilişkiye evrilmiş olmasıdır. Tanzimat sonrasında dış aktörlerin oluşum ve yeniden üretilmesinde önemli rol oynadıkları bu sarmal, yaşanan küreselleşme sonrasında daha da karmaşık bir ilişkinin şekillenmesine yol açmıştır.
Dolayısıyla siyasetimiz "baskıcı iktidarkomplocu muhalefet" ve bu ilişkiye taraf olarak katılan dış aktörlerden oluşan bir üçgen içinde yapılmaya başlanmıştır. Bunun ise demokratikleşme ve dış siyaset geliştirilmesi alanında ciddî sorunlara neden olduğu âşikârdır.
Modern tarihimiz süresince kırmaya muvaffak olamamamıza karşılık kişilikler üzerinden açıklamayı tercih ettiğimiz söz konusu ilişkinin siyasetin kavramsallaştırılma biçiminden başlayarak, onun kimlik vurgusu taşımasına ulaşan bir yelpazeye yayılan değişik nedenleri bulunmaktadır. Bunların başlıcaları arasında ise siyasetin "alanını sahiplenememesi" ve bu alanın "paylaşım biçimi"nin zikredilmesi anlamlı olur.
Siyaset ve alanı
Türkiye'de "iktidar ve muhalefet aidiyeti" üzerinde ve "kimlik savunusu yapmanın" ötesinde, "kendi alanının bilincinde," onu "kurum olarak" sahiplenen bir "siyaset sınıfı"ndan bahsedilmesi mümkün olamamaktadır.
Partilerin 1908 sonrasında ortaya çıkmasına karşılık siyasal örgütlenmelerin on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında gösterdiği yaygınlık da uzun bir süreçte böylesi bir "sınıf"ın oluşamamasının ve söz konusu "bilinç"in yaratılamamasının yapısal nedenleri olduğunu ortaya koymaktadır.
İktidar mücadelesinin Osmanlı'dan Cumhuriyet'e "ortak paydası güçlü" bir "siyaset sınıfı" yaratamaması, siyasetçilerin milletvekili özlük hakları düzenlemeleri dışında "iktidarmuhalefet" farklılığının ötesine geçen bir "alan"ı paylaştıklarını düşünememeleri, "siyaset"in "kazanan hepsini alır" kuralı ile işleyen bir "mega paylaşım mücadelesi" olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla siyasetin kutupları, ortak bir alanı sahiplenmek bir yana, "karşıtlarına yâr etmeme kaygısıyla" haricî unsurların o sahayı işgaline dahi yardımcı olabilmektedir.
1960 sonrasında rakiplerini hedef aldığı müddetçe askerî müdahaleleri onaylayan siyasetçiler, geçtiğimiz yıl katılımcı siyaseti askıya almayı hedefleyen bir darbe girişimi karşısında dahi alanlarını sahiplenme "bilinci"ni sergileyememişlerdir.
Siyasal alan paylaşımı
Kırmaya muvaffak olamadığımız, oluşumunu ise karşıt kutbu suçlayarak açıklamaya çalıştığımız "baskı-komplo" sarmalının sürekli biçimde yeniden üretilmesinin bir diğer nedeni ise "siyaset"in seçimleri kazananın "hepsini aldığı" bir mücadele olduğunun varsayılmasıdır.
"Siyaset"in, son tahlilde, bir "iktidar" ve "paylaşım" mücadelesi olması onun "alanı" üzerinde dışlayıcı bir hegemonya kurulmasını zorunlu kılmamaktadır. Gelişmiş demokrasilerde seçim başarısı neticesinde "iktidar"a gelme, tüm siyaset alanına egemen olunması ve diğer tercihlerin buraya sokulmamasına neden olmamaktadır.
Söz konusu yapılarda da seçim başarısı şüphesiz siyasal alanda hatırı sayılır bir kontrolün elde edilmesi ile neticelenmektedir.
Ancak kuvvetler ayrılığının kalın çizgileri ve siyasal alan paylaşımını düzenleyen uygulamalar "muhalefet"in de söz konusu alanda, sınırlı da olsa, görünürlük kazanmasını mümkün kılmaktadır.
Örneğin, gerçekleştirmekte olduğumuz sistem değişikliğinin daha anlamlı karşılaştırmalar yapılmasını mümkün kıldığı Amerikan siyasetinde kuvvetler ayrılığı, dışlayıcılığı sınırlayan teâmüller ve kilit atamalar benzeri konularda karar alınmasını ağırlıklı çoğunluklara bağlayan düzenlemeler, siyasal alanda hegemonya kurulmasını ve muhalefetin bütünüyle "seyirci" rolüne indirgenmesini önlemektedir.
Üçüncü köşe
"Baskı-komplo" sarmalı "dış aktörler"in de "iç siyaset"e müdahalesine neden olmaktadır.
Stratford Canning'i "Küçük Sultan" haline getiren ıslahatçı bürokratlar, II. Abdülhamid'i tahttan indirebilmek için Papa'dan yardım isteyen Sabahaddin Bey, İttihad ve Terakki iktidarını sonlandırmak için İngiltere sefaretinin koridorlarını aşındıran muhalifler, "iktidar"a ancak Washington'ın onayı ile gelinebileceğini varsayan "siyasetçiler," "muhalefet"i yabancı istihbarat servisleri taşeronluğu olarak hayata geçiren kapalı yapılar, tahlile gayret ettiğimiz sarmalı tahkim etmişlerdir.
Yabancı aktörlerin "baskı-komplo" kısır döngüsünde oynadığı rol, dış siyaset yapımında da önemli bir sorun haline gelebilmekte ve demokrasimize yönelik yapıcı eleştirilerin dahi "kötü niyet"e yorulmasına neden olabilmektedir.
Ne yapılabilir?
"Baskıcı iktidar-komplocu muhalefet" kısır döngüsünün kırılması demokratikleşme alanında ciddî atılımlar gerçekleştirmemizi mümkün kılabilecektir. Dolayısıyla yapılması gereken, sorunun "yapısal" olduğunun bilincine varılarak, karşıt kutbu suçlama yerine çözüm üretmektir.
Bunun için "siyaset sınıfı"nın "iktidar- muhalefet" farklılaşmasının üzerinde bir "ortak alan" bilinci geliştirmesi ve bunun "paylaşımı"nı sağlayacak tedbirler alması gereklidir.
Kapsamlı bir sistem değişikliği içinde olduğumuz bu günlerde bir yandan yasama-yürütme ayrımını güçlendirecek düzenlemeler yapılırken diğer yandan da "siyasal alan" içinde muhalefetin de kendisine yer bulmasını sağlayacak önlemler alınmalıdır.
Sistem değişikliğini hayata geçirecek "uyum yasaları," kırmaya muvaffak olamadığımız kısır döngünün yeniden üretilmesini önleyecek bir araca dönüştürülebilir. Söz konusu kanunlar ile kuvvetler ayrılığının zayıflatılması ve "siyasal alan tekeli"nin güçlendirilmesinin ise bu sarmalı tahkim edeceği açıktır.
"İktidar-muhalefet" ilişkisinin ileri demokrasilerdekine benzer bir şekil almasının, daha çoğulcu "siyaset" üretiminden, iç çatışmalardan etkilenmeyen dış politika yapımına ulaşan bir alanda olumlu değişikliklere neden olacağı şüphesizdir. Bu nedenle "uyum yasaları"nın sunacağı fırsatı iyi değerlendirmek gerekmektedir.