"Ortadoğu," "Beyaz Türk" olarak tanımlanarak kendilerini toplumun "seçkinleri" olarak gören bireylerin kullanımında, ait olmamamızın yanı sıra, "benzememizin dehşetli sakıncalar doğuracağı" bir kültürel alandır.
Söz konusu bireyler, "bataklık" benzeri metaforlarla atıfta bulundukları bu alana, aidiyetimizi muhafaza etmemiz gereken "Batı"nın "Öteki"si ve "uzak durulması, içine dahil olunmaması gereken" bir "kültürel çevre" olarak yaklaşmaktadır.
Türkiye'nin "Ortadoğu"dan uzak durmasının onun "Batılı" kimliğinin gereği olduğunu ileri süren bu yaklaşım, bunun Cumhuriyet'in kurucu ideolojisi tarafından yapılan bir tercih olduğunu da savunmaktadır.
"Doğu," "Batı," "Ortadoğu," "Uzakdoğu," "Balkanlar" benzeri yapay kavramların toplumların kimliklerini şekillendirdiği, kültür kodlarını etkilediği ve siyaset biçimlerini belirlediğini varsaymanın anlamsızlığı ortadadır.
Coğrafyanın kültür üzerindeki etkisini bütünüyle dışlamak doğru olmasa da on dokuzuncu asır sömürgeciliğinin hizmetine sunulan yaklaşımların geçerliliğini savunmak "düşünsel bir bataklık"ta dolaşmaktır. Bu kavramlar, keyfemayeşâ üretilmiş, sınırları muğlâk coğrafyalar ile onların birey ve toplumlar üzerinde belirleyiciliğini savunan, ırkçı tonları güçlü yaklaşımlar üzerine inşa olunmuştur.
Söz konusu yaklaşımları sorgulamadan benimseyenler bunu görmezlikten gelmekte, geçmişte yaygın kabûl gören "birbirlerini öldürmekten başka bir şey düşünmeyen vahşî Balkanlılar" benzeri bir yaklaşımın anlamsızlığını teslim ederken, "Ortadoğu bataklığı" türünden metaforların açıklayıcı olduğunu varsaymaktadır.
"Kurucu ideoloji" ve "Ortadoğululuk"
"Ortadoğu" kavramsallaştırmasını anlamlı bularak bu "bataklık"tan uzak durmamızı salık veren "seçkinler"in bunun "kurucu ideolojinin tercihi" olduğunu savunması ise tarihî gerçeklikle çelişmektedir. Bu iddianın tersine Türkiye, Cumhuriyet'in ilk yıllarında kendisini "Ortadoğulu" olarak gördüğü gibi "Batı"nın dışında ve onun tarafından "mağduriyete uğratılmış" bir toplum ve devlet olduğunu düşünmüştür.
Bu durumu açıkça ortaya koyan bir belge Türkiye'nin Milletler Cemiyeti (League of Nations)'a 1924'te Musul Sorunu konusunda yaptığı resmî başvurudur.
Lausanne Barış Konferansı'nda Musul konusunda anlaşma sağlanamayınca, sorunun Türkiye ve Büyük Britanya hükûmetleri arasında dokuz ay içinde dostane bir anlaşmaya varılarak çözümlenmesi, bu gerçekleşmezse anlaşmazılığın çözümünün Milletler Cemiyeti'ne bırakılması kararlaştırılmıştı.
Mesele bu kuruma havale olunduğunda Ankara'nın konuya yaklaşımını ortaya koyan resmî yazı Milletler Cemiyeti'nin kuruluşundan beri ilk kez "bir büyük Batılı güç ile bir Ortadoğu devleti arasında," bir "Doğu halkı"nın geleceği üzerine son derece önemli bir anlaşmazlığın Cemiyet'e sunulduğunu vurgulamaktaydı (belgedeki ifade: "entre une grande Puissance occidentale et un Etat du Proche-Orient au sujet de la détermination du sort d'une population orientale" şeklindedir).
Diğer bir ifade ile Türkiye kendisini "Bir büyük Batı gücü (İngiltere)" ile bir "Doğu halkının (Musul ahalisi)" geleceği konusunda anlaşmazlığa düşmüş bir "Ortadoğu devleti" olarak tanımlıyor, bu nedenle de Milletler Cemiyeti'nin, taraflar arasındaki güç dengesizliğini de gözönüne alarak "âdil" bir karar almasını talep ediyordu.
Musul vilâyetinin mandat idaresi altındaki Irak'a bırakılması sonrasında Türkiye'de pek çok alanda olduğu gibi kimlik konusunda da ciddî bir yaklaşım değişikliğinin yaşandığı doğrudur. Karşıolgusal bir yorumla Musul Türkiye'ye katılsaydı, "Ortadoğulu" kimliğinin sürdürüleceği ve Kürtlerin varlığını inkâr eden siyasetlere yönelimden kaçınılacağını dile getirmek mümkündür.
Ancak önemli olan "Ortadoğulu" gibi "Batılı" kimliğimizin de kendimizce "inşa edildiği," bir dönem kendilerini "Batılı" görmeyerek birinci "kimlik"i tercih eden Cumhuriyet kurucularının daha sonra bu alanda farklı bir siyaset geliştirdikleri gerçeğidir.
Türkiye, aynı süreçte, kendisini "Batı"nın zulmüne uğrayan bir Doğu toplumu olarak gören "antiemperyalizm" den de uzaklaşacak ve Avrupa dengesinde ağırlığı olan bir devlet ve "medenî Batı'nın geri kalmış Doğu'daki temsilcisi" olma yaklaşımını benimseyecektir.
Resmî ideoloji ilerleyen yıllarda "kültür" üzerinden geliştirilen "Batılılık"ı benimsemekle yetinmeyerek, "Dünya, dolayısıyla Batı medeniyetinin de kurucusu olma" iddiasıyla "Batı'dan daha Batılı" bir kimliği inşa gayreti içine girmiştir. Ancak "Beyaz Türk" çevrelerinin varsaydığının tersine bu da "Ortadoğululuk" kimliği gibi "yapay"dır. Dolayısıyla bunun kültür, davranış kalıpları ve ahlâkî değerlerden siyaset yapımına ulaşan bir alanda farklılaşma yarattığı inancı doğru değildir.
Yapay kavramların ötesi
Bu çerçeveden bakıldığında yapay ve sınırları akışkan "Batı" ve "Ortadoğu" benzeri kavramlara önem atfetmek, bunlar üzerinden yaratılan kimliklerin "farklı" kültürler doğurduğunu savunmamızın, bunlardan birini yüceltirken diğerini zararlı bir virüse benzetmemizin anlamlı olmadığı görülecektir.
Örneğin, Türkiye, kendisini Cumhuriyet'in ilk yıllarında olduğu gibi "Ortadoğulu" olarak görmeyi sürdürseydi bugün daha "geri" (ya da ileri) bir toplum olmayacaktı. Bir coğrafî alan ve onun "değerleri"ni sahiplenmenin "liberal demokrasi," "hukuk devleti," "insan hakları" benzeri alanlarda köklü değişimlere neden olacağını düşünmek kavram fetişizmine saplanmaktır. Örneğin, Güney Kore'nin "Uzakdoğu"da olması onun bu konularda Sırbistan'dan daha iyi bir karneye sahip olmasını engellememektedir.
Benzer şekilde Lübnan siyasetinin aşamadığı kimlik çatışmaları, bu toplumun "Ortadoğulu" olmasından kaynaklanmamakta, Makedonya'nın Avrupa'da yer alması onun da benzer sorunlarla cedelleşmesini önlememektedir. Otokratik yönetimler de "Ortadoğu"nun ürünü olmayıp, Ba'as kurucuları Avrupa'nın "sağ" ve "sol" totaliter ideolojilerinden etkilenmişlerdir.
Önemli olan "Batılı" kimliği sahiplenmenin "evrensel değerleri benimseme" anlamına gelmediğinin görülmesidir. Bu nedenle "yapay" kavramlara önem atfetmemenin Türkiye'nin evrensel değerleri dışlaması ile eşdeğer olduğunu ileri sürmek yanlıştır. Tam tersine söz konusu kavramların dışlayıcı hiyerarşiler yaratarak bu değerlerin "evrensel" karakterinin kavranmasını zorlaştırdığı belirtilmelidir.
Dolayısıyla Türkiye evrensel değerlerin toplumda yaygın kabûl görmesi, hukuk devleti standardlarına uyum ve liberal demokrasi haline gelme alanında gayret gösterirken bunu "Batılı olma" ve "Ortadoğululuktan sakınma" benzeri bir çerçeve dışında ve "kendisi" olarak gerçekleştirme durumundadır.
Bu, hiç şüphesiz, yukarıdan bakarak "Doğu"muz haline getirdiğimiz coğrafyamız ile daha yapıcı ilişkiler kurmamıza da yardımcı olacaktır.