Son iki yazımızda tarihî örnekler yardımıyla "çözüm süreci"ni "muhatap" ve "Türkiyelilik" çerçevesinde ele almaya çalışmıştık. Söz konusu değerlendirmelerde maksimalist talepler ortaya koyan sosyalist- milliyetçi örgütlenmeler ile örtüşmeyen tasavvurlar üzerinden "çözüm"e ulaşma alanında karşılaşılan zorluklar üzerinde durmuştuk.
Bugün aynı konuyu "şiddet"in çözümün şekillenmesinde oynadığı rol açısından değerlendirmeye gayret edeceğiz. Bunun yanı sıra uluslararası bağlamın "çözüm süreci"nin geleceğini nasıl etkileyeceğini de ele almaya çalışacağız.
Talep aracı olarak şiddet
Yakın tarihimiz "şiddet"in siyasal talepler iletiminde önde gelen bir araç olarak kullanıldığı bir laboratuvardır. Toplumlarının "sözcü"sü durumuna gelmek için de "şiddet"den yararlanan örgütler daha sonra onu "millet"in taleplerinin dile getirilmesindeki temel araç haline getirmişlerdir.
Bu süreçte merkezin "şiddet tekeli" kırılmakla kalmamış, "şiddet"i ona karşı ve talepleri masaya koyan "millet" adına dile getiren ve bunu romantik milliyetçi söylemle kutsayan yapılanmalar yaratılmış ve şiddet olağanlaştırılmıştır.
Milliyetçilik öncesi dönemin merkeze direnme, kanunları tanımama ve yerel toplumları koruma yaklaşımlarıyla ortaya çıkan dağınık örgütlenmelerinin "kültür"ünü de sahiplenerek onu "millîleştiren" bu silahlı yapılar "millet"in koruyucusu rolünü üstlenmişlerdir.
VMORO ve Makedon Slavlarının diğer silahlı yapıları, Çerçis Topulli ve Âdem Bey çeteleri gibi Tosk ve Geg silahlı unsurları "hajduk" ve "kaçakeve" kültürlerini "millîleştirmiş" ve "isyan, kurallara karşı çıkma, merkezî otoriteyi tanımama" eylemlerini romantize ederek yeni bir bağlama yerleştirmişti.
Daşnaktsutyun ve diğer Ermeni örgütlenmeleri de benzer şekilde "fedaî"leri terör uygulayıcıları değil "millet"i koruyan unsurlar olarak kavramsallaştırıyordu. Bu yeni, "millîleştirilmiş" bağlamında "şiddet" eleştirilmek bir yana "kutsanan" bir araç, "müdafaa ve hak talep etme" vasıtası haline geliyordu.
Günümüzde de benzer bir kutsama ve "şiddet"in "millîleştirilmesi" onun temel "hak talep" etme aracı haline getirilmesi ile karşı karşıya bulunulduğu ortadadır. Geçmiş örneklerde olduğu gibi bu şekilde kavramsallaştırılan ve romantize edilen "şiddet" olumsuz yönlerinden arındırılarak kutsanan bir araç haline gelmiştir.
Bu çerçevede "şiddet" geçmiş örneklerde olduğu gibi çözüm sürecine "toplum sözcüsü" olarak katılan tarafın elinden bırakmayı kabul etmeye yanaşmadığı ve doğal gördüğü bir talep iletme ve pazarlık aracına dönüşmüştür. Burada önemli olan koşullarda değişim ve demokratikleşmenin kutsanan "şiddet"in bir kenara bırakılması için "yeterli" olmadığının varsayılmasıdır.
Demokratikleşme ve şiddet
Her an devreye sokulabilecek "şiddet"in temel bir araç olarak kullanımının "çözüm"ü ne denli zorlaştırdığı ortadadır. Geçmiş örneklerin de gösterdiği gibi para-militer teşkilâtlarını dağıtmayı reddeden, bunların "milletin koruyucusu" olduğunu savunan sosyalist-milliyetçi örgütlenmeler onları sürdürdükleri pazarlıkların önemli bir kozu olarak kullanmışlar, bu ise sadece "çözüm"ü değil toplumun demokratikleşmesini de engellemiştir.
1908 sonrasında yeni ve katılımcı talepleri iletme kanallarının açılımı para-militer örgütlenmelerin geçici süre ile faaliyetlerini askıya almalarına neden olmuş ancak merkezle uzlaşma sağlanamayınca bunlar yeniden devreye sokulmuşlardır. Günümüzde de toplumun demokratikleşme alanında aldığı hatırı sayılır yol "şiddet"in talep iletme aracı olarak kullanılmasını durdurmamıştır.
Burada ilginç olan "şiddet"ten vazgeçmeyi reddedenlerin onun "demokratikleşme"yi engellemediğini tersine talep iletilmesini ve o uygulanmadan hak vermeye yanaşmayan merkezi zorlayarak onu güçlendirdiğini savunmalarıdır. Böylece millîleştirilerek kutsanan "şiddet" bunun da ötesinde bir "demokratikleşme" aracı olarak da kavramsallaştırılarak tüm olumsuz yönlerinden arındırılmaktadır.
Uluslararası bağlam
Türkiye, toplum sözcülüğüne el koyan, gelecek tasavvuru Türkiyeliliğe dayanmayan sosyalist-milliyetçi bir örgütlenme ile çetrefil bir "çözüm süreci" yürütme durumundadır. Paramiliter karakterli bu örgütlenme romantize ettiği "şiddet"i temel pazarlık aracı olarak kullanma konusunda ısrarcıdır.
Bu özelliklerin "çözüm süreci"nin başarıya ulaşmasını fazlasıyla zorlaştırdığı ortadadır. Benzer örneklerle girişilen geçmiş süreçlerin hiçbirisinin "çözüm"e ulaşamamış olması şüphesiz bu konuda ümitvâr olunmasını güçleştirmektedir.
Evvelce de belirttiğimiz gibi "muhatabın değişimi"nin sürece yeni bir ivme kazandırması mümkündür. Ancak yeni Ortadoğu'nun şekillendirilmesi mücadelesinin bunu fazlasıyla zorlaştırdığı ortadadır. Bu kapsamlı ve çok aktörlü savaşım Türkiyelilik sınırları içinde kalınmasını zorlamakta ve şiddeti yeni kazanımlar elde edilmesinin temel aracı haline getirmektedir.
Geçmişte benzer örgütlerle yürütülen çözüm süreçleri neticesiz kalmış, kısa aralar dışında çatışma sürmüş ve nihaî sonuç uluslararası bağlamdaki kapsamlı değişimlerle şekillenmiştir. Sadece yakın geçmişe bakılacak olursa Arnavut, Arap milliyetçileri ve Ermeni, Makedon sosyalist-milliyetçileri ile yürütülen çözüm süreçleri büyük uluslararası gelişmeler tarafından kesilmiştir.
Son iki örnekte tıkanan süreçler Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı benzeri yeni Balkanlar ve Ortadoğu'yu şekillendiren gelişmelerle sona ermiştir. Aynı gelişmeler ilk iki örnekte ulaşılmış anlaşmaların anlamlarını yitirmesine de neden olmuştur.
Sürecin geleceği
Gösterilen tüm çabalara karşın günümüzde yürütülen "çözüm süreci"nin tıkandığı ve aşılması güç yapısal engellerle karşılaştığı ortadadır.
Bunların aşılması engellerin niteliği nedeniyle fazlasıyla zordur. Toplum baskısı neticesinde muhatabın değişimi ve kendisini Türkiyelilik ile sınırlandırarak şiddeti bir kenara bırakması imkânsız değilse de en azından kısa vâdede mümkün gözükmemektedir.
Burada bir parantez açarak demokratikleşmenin, merkezin daha liberal siyasetler benimsemesinin sürecin önünü tıkayan yapısal sorunları aşılması alanında sınırlı etki yapabileceğinin altı çizilmelidir.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde "çözüm"ün, artan bir ivme ile "uluslararası gelişmeler"e dayanan, neticesi onun tarafından belirlenecek bir sürece evrildiği vurgulanmalıdır. Geçmişte ortak paydalar bularak ve bir "biz" yaratarak halledemediğimiz sorunların uluslararası değişimlerle çözülmesinin neticeleri ortadadır.
Günümüzde de çözümün çatışma ile şekillenecek yeni Ortadoğu'nun doğuşuna terkinin kanlı ve acılarla dolu bir süreci beraberinde getireceği açıktır. Bundan kaçınmak ise ancak "şiddet"i reddeden ve "Türkiyelilik" temelli bir "çözüm" ile mümkün olabilir...