Etrafında oluşturulan kültün "insanlaştırılmasını" imkânsız kıldığı Mustafa Kemal Atatürk'ün giyim kuşamından sevdiği şarkı ve yemeklere ulaşan bir yelpazedeki özellikleri üzerinde durulmasına karşılık onun ne okuduğu konusunda sınırlı sayıda çalışmanın bulunması ilginçtir.
Daha da ilginç olan ise bu çalışmaların çoğunluğunda birey-okunan eser ilişkisinin tersine çevrilmesidir. Atatürk etrafında oluşturulan "zamandan ve mekândan bağımsız dâhi tarih yapıcısı" kültü yaşadığı ortamdan, zamanın ruhundan ve değişik kaynaklardan etkilenen bir birey kavramsallaştırmasına şiddetle karşı çıkmaktadır.
Dolayısıyla söz konusu çalışmalarda genellikle "çok sayıda eser okuyan, ama onlardan neredeyse hiç etkilenmeden düşünce sistematiğini belirleyen" bir birey resmedilmektedir. Bu yaklaşıma göre Atatürk okuduklarından değil "aydınlanma, akılcılık, bilimin yol göstericiliği" benzeri yüksek idealler ve dünya görüşü şekillendirici ilkelerden etkilenmiştir. Bu benimsendiğinde, zımnen de olsa, dönemin entellektüelleri üzerinde derin tesirler icra eden kuram, yaklaşım ve ideolojilerin Atatürk'e "ulus inşa" sürecinde yol göstermediği kabul olunmaktadır.
Neden önemli?
Kişisel kült ile desteklenen bu "filozof kral" yaklaşımına karşılık Atatürk'ün yaptığı okumalar ile geliştirdiği siyasetler arasında belirgin bağlantılar olduğu açıktır.
Bunlar ortaya çıkarıldığında Atatürk'ün asır sonu dünyasının temel yaklaşımlarını yansıtan bir literatus olduğu kolaylıkla görülür. Atatürk'ün dünya görüşü birinci kaynaklardan yaptığı doğrudan okumalar ve değişik düşünce hareketlerini Osmanlı toplumuna aktaran Ziya Gökalp benzeri entelektüellerin eserlerinden edindiği bilgiler etrafında şekillenmiştir.
Bunun neticesinde on dokuzuncu asır Alman popüler materyalizmi, pozitivizm ve Darwinizm'in karması bir bilimcilik (scientism); Gustave Le Bon'un "cumhur ruhu" yaklaşımının ürünü, "kendi çıkarlarını anlamasına izin vermeyen kitle psikolojisinin (cumhur ruhu) kurbanı olan halk"a doğru yolu göstermeyi hedefleyen seçkincilik; Durkheim kökenli sosyolojik olandan hızla fizikî antropolojiye dayanana kayan milliyetçilik; Rousseau üzerinden geliştirilerek ete kemiğe bürünmüş halinin Fransız Üçüncü Cumhuriyet'i olduğu düşünülen cumhuriyetçilik Atatürk'ün temel yaklaşımlarını şekillendirmiştir.
Uyguladığı siyasetler bunların derin izlerini taşır.
Bu şüphesiz onun özgün yorumlarının önem taşımadığı, kendisinin sadece belirli fikirleri toplumuna aktaran bir kişi olduğu anlamına gelmez.
Ama bu Erken Cumhuriyet'in millet tanımının Ernest Renan'dan alıntılandığı, cumhuriyetçiliğinin Üçüncü Cumhuriyet'ten kopyalandığı, "bilimcilik"inin Thomas Henry Huxley'in Darwinizmi ile on dokuzuncu asır Alman popüler materyalizminin temel tezlerini daha da popülerleştirerek yirminci yüzyıla nakleden H. G. Wells'den esinlendiği, antropolojik milliyetçiliğinin Haddon, Montandon ve bilhassa Pittard'ın analizleri üzerine bina edildiği ve "halka rağmen halkçılık" yaklaşımının ilhamını Le Bon'dan aldığı gerçeğini değiştirmez.
Bu çerçeveden bakıldığında yeni ulus-devletin "kurucu felsefe" olarak da atıfta bulunulan dünya görüşü ve temel yaklaşımlarının zaman ve mekândan bağımsız "saf deha" ürünü olmadığı, dönemin yaygın kabul gören yaklaşımlarından bâzılarının yorumlanması neticesinde şekillendirildiği görülecektir. Bu da onun kutsanması yerine anlaşılması, ona tapınılması yerine ise günümüze yansıyan etkilerinin değerlendirmesini mümkün kılacaktır.
Burada önemli olan söz konusu dünya görüşünü bilim, aydınlanma benzeri değerlerle oluşturulan seküler kutsallık zırhına sararak ona "ortalama faniler tarafından anlaşılamayacak" bir kavramsallaştırma olarak değil elle tutulabilen, kavrananabilen ve köklerine ulaşılabilen bir fikirler manzumesi olarak yaklaşabilmektir. Bu hiç şüphesiz toplumumuzun güncel sorunlarının anlaşılabilmesine de önemli katkıda bulunabilecektir.
Anlayalım ve tartışalım
Örnekler vermek gerekirse "kurucu felsefe" hakkında yapılan "bilimin üstünlüğü ve yol göstericiliğine inanma" yorumu, yanlış olmamakla birlikte kapsayıcı ve açıklayıcı değildir.
Atatürk'ün yararlandığı kaynaklar çerçevesinde şekillenen Erken Cumhuriyet ideolojisi, "bilim"in önemini vurgulamanın oldukça ötesinde, Draper'in din-bilim çatışması tezini içselleştiren, Büchner'in "bilimin geleceğin toplumunun dini olacağını" iddiasını tekrarlayan ve H. G. Wells'in bu alandaki öngörülerine dayanan bir "bilimcilik"i savunmuştur.
Günümüze uzanan bir dizi toplumsal sorunun kaynağı "bilime önem verme" değil, din ile çatışan ve onun yerini bilimin alacağını varsayan asır sonu bilimciliğidir.
Benzer şekilde vecize ve konuşmalardan seçilen alıntılarla inşa edilerek "Atatürk milliyetçiliği" adı verilen kavramsallaştırma "kurucu felsefe"nin bu alandaki yaklaşımını açıklamaktan oldukça uzaktır. Son tahlilde, Türk Tarih Tezi ile Âfet İnan ve Şevket Aziz Kansu'nun çalışmaları ve erken dönem Belleten neşriyatında dile getirilen ırk tonu kuvvetli antropolojik milliyetçiliğin benimsenmesinin günümüzdeki etkilerini göz ardı edebilmek mümkün değildir.
Dolayısıyla Atatürk'ün ne okuduğu ve okuduğunu nasıl yorumladığına onun ne yediği, içtiği, giydiği ve dinlediği düzeyinde ilgi gösterilmesi "kurucu felsefe" adını vererek kutsadığımız ama anlama konusunda fazla gayret göstermediğimiz bir ideolojinin köklerini kavramamıza imkân verecektir.
Bunun kutsanan bir "felsefe"ye "iman" etme kolaylığı yerine, asır sonu bilimciliği ve Üçüncü Cumhuriyet'in "laikleşmemiş laikliği"nin yirmi birinci yüzyıl toplumunda ne denli uygulanabileceği, amacı ayrımcılık değil birleştiricilik olsa bile fizikî antropoloji temelli bir milliyetçiliğin temel sorunlarımızdan birisinin tırmanmasında etkisinin ne olduğu, post-modern gerçeklikte Renan'ın Fransız örneğinden yola çıkarak yaptığı "millet" tanımına bağlı kalmanın ne derece anlam taşıdığı, günümüzde Le Bon seçkinciliği çerçevesinde "kitleleri yukarıdan aşağıya aydınlatma"nın demokrasiyle nasıl bağdaştırılacağı benzeri bir dizi huzur bozucu soruyu sormamıza neden olacağı şüphesizdir.
İman ve toplumsal birlik
lginç olan "bilim"e tartışılmaz üstünlük atfeden bâzı çevrelerin bu tür sorular sorma, anlama ve tartışma yerine, "deha ürünü seküler kutsal"a "mutlak iman"ı savunmalarıdır.
Bu çevrelere göre böylesi bir yaklaşım toplumsal birliğin de temel şartıdır.
Günümüz toplumunun karşılaştığı sorunlar, böylesi bir iman ve Atatürk'ün vefatına kadar geçen süreyi "seküler asr-ı saadet" olarak kavramsallaştırmanın arzulanan amaca ulaşma konusunda fazla yararlı olmadığını ortaya koymaktadır.
Bu nedenle Atatürk'ün ne okuduğuna bakmak şüphesiz onun için "mevlid" kaleme almak ya da her 10 Kasım'da ağıtlar yakmaktan çok daha yararlı olacaktır.