Tanzimat sonrası yeni Osmanlı çok kültürlülüğünün öne çıktığı bölgelerden birisi olan, daha sonra ise Selefi hareketi ve Arap milliyetçiliğinin merkezi haline gelen Suriye, 1918 sonrası paylaşımında ağır bedeller ödedi.
Suriye savaş içinde yapılan anlaşmaların değiştirilmesi sonucunda bölge halkının itirazına karşın Fransa'ya devredildi. Fransızlar, Marunîlerin hayâli "Büyük Lübnan"ı Suriye'ye fatura ederek yaratırken, diğer Ortadoğu mandalarında da görüldüğü gibi, azınlıkları öne çıkaran böl ve yönet siyasetleri kullandılar.
Bu siyasetlerin en önemli neticesi 1920 Anayasası'ndan itibaren sıkı biçimde uygulanan ve "din" ile çatışan Fransa taklidi laikliğe karşın, Suriye'nin "seküler vatandaşlık" temelinde değil, din ve mezhepler çerçevesinde örgütlenen bir toplum haline gelmesi oldu.
Nusayri ve Dürzileri önce ayrı devletler biçiminde örgütleyen Fransızlar, 1936'da bu yapıların birleşik Suriye'ye katılmasını kabul ettiler. Ancak manda idaresi, asırlarca bölgeye egemen olan Sünni seçkinleri tehdit olarak gördüğü için, toplumsal tabanı Nusayri, Dürzi, İsmailî ve Hıristiyan azınlıklar ile kırsal bölgelerdeki fakir, topraksız Sünnilerden oluşan bir iktidar yapısı şekillendirdi. Bu yapı Sünni şehirli üst tabakalar ve din adamlarını tamamen dışlıyor ve yeni düzenin "tehditler"i olarak görüyordu.
Baasçılık ve toplumsal tabanı
Baas ideolojisinin yaratıcıları bir yandan Fichte ve Nazilerin "kuramcı"sı Alfred Rosenberg'den, öte yandan da Marksizm ve komünist hareketten etkilenmiş Arap milliyetçileriydi. Benzer etkiler altında kalarak Türkiye'de rafineliği daha az bir milliyetçi ideolojiyi savunan dönemin Cumhuriyet gazetesi çevresi gibi, Almanya'nın savaşı kazanması durumunda çok farklı bir yol izleyecek Baasçılar, Marksizmden etkilenen milliyetçi sosyalizmi seçtiler. Vahib el-Ganim'in ifadesiyle "Almanya yenilmişti, ortada hayranlık uyandıran bir Stalingrad vardı, dolayısıyla sol sosyalizmde karar kılındı."
İlginçtir ki, Fransız sömürgeciliğine diş bilemesine karşın, Baas ideolojisi kolonyalizmin Suriye için yarattığı toplumsal tabana sahip çıkmayı amaçlıyordu. Bu ideoloji geçirdiği evrim sonucunda, bilhassa partinin 1963'de iktidarı ele geçirmesini takiben, daha da radikalleşti. Bu radikalizm Salah Cedid'in parti içi darbesiyle Zeki el-Arsuzi'nin Baas'ın tek ideoloğu haline gelmesiyle en uç noktasına ulaştı. "Yeni Baasçılık" ideolojisi, "Önce Suriye" sloganı çerçevesinde milliyetçiliği ülke ile sınırlarken, laikliği kullanarak azınlık egemenliğini ve Marksist jargon aracılığıyla da din ve orta-üst sınıflar aleyhtarlığını kuvvetlendiriyordu.
Es'ed pragmatizmi
Suriye 1949 ilâ Hafız el-Es'ed'in 1970 gerçekleştirdiği Düzeltici Devrim (el-tavra el-tashihiya) ile iktidara el koyması arasında yirmi darbe ve darbe girişimine sahne olmuştu. Amerikan diplomatları Es'ed'i The Godfather filmindeki Don Corleone'ye benzetiyorlardı; ama yılda bir darbe girişimine sahne olan ülkede kalıcı otoriterlik bile pek çok kimseye ehven-i şerreyn olarak gözüküyordu.
Bu "kalıcı otoriterlik" için ödenen fatura ise inanılması zor bir istihbarat denetimi altında yaşama oluyordu. Bir örnek vermek gerekirse, Lazkiye yakınlarındaki el-Hilfa kasabasının 1.900 kişilik yetişkin erkek nüfûsunun 550'si Muhaberat görevlisi ve Baas muhbiri olarak çalışıyordu.
Son tahlilde Es'ed'in istihbarat rejimi, Fransız kolonyalizminin doğurduğu ve Suriye Baas ideolojisinin Arap milliyetçiliği ve antiemperyalizm ile eklemleştirdiği sekteryanizmin ürünüydü. Seleflerine nazaran oldukça pragmatik olan Hafız el-Es'ed Baas örgütlenmesini, Sovyet örneğinde olduğu gibi Yazarlar Birliği, Kadınlar Birliği, Öğrenciler Birliği benzeri toplumun her alanına nüfûz etmeyi amaçlayan yapılarla destekleyerek kuvvetlendirirken onun toplumsal tabanını da genişletmeye çalışmıştı.
Rejim gene Nusayrilerin iktidar tekeli ve dinî azınlıklarla ittifakına (Dürziler, Hıristiyanlar, İsmailîler) dayanmakla birlikte, kırsal bölgelerde yaşayan, fakir ve topraksız olanların yanı sıra Müslüman Kardeşler ile ilgisi bulunmayan orta sınıf şehirli Sünnileri de sistem içine alarak toplumsal tabanını genişletmeye gayret ediyordu. Baas'ın 1970 öncesi dışlayıcı laik, satır aralarında atheizm savunusu yapan "devrimci" söylemi bir hayli yumuşatılmıştı. Bu pragmatik yaklaşımına karşılık rejim, 1982'de Hama'da görüldüğü gibi, işbirliğine yanaşmayan ve muhalefete cesaret edenlere karşı katliama varan uygulamalara girişmekte tereddüt etmiyordu.
Yalancı bahar
Kolonyalizm mirâsı rejimin yapısal özellikleri nedeniyle, belirli sınırları esnetmek ötesinde değişimi mümkün olmamakla birlikte, Beşar el-Es'ed, "Başkanlık Hânedanı" olarak tanımlanabilecek bir siyasal sistem içinde babasının yerini aldığında, ülkede ve uluslararası camiada bir "Şam Baharı" yaşanabileceği ümidi doğmuştu.
Riyad Seyf'in başını çektiği "Millî Diyalog Forumu" ile Komünist Partisi ile ilişkisi bilinen Halil Ma'tuk'un "İnsan Hakları Kültürel Forumu" gibi örgütlenmelere göz yumulması, Nâsırcı Pan-Arabistlerin parti kurmalarına müsaade edilmesi, bunun da ötesinde rejimle arası iyi olan Muhammed el-Habaş gibi İslâmcıların benzeri faaliyetlerine yeşil ışık yakılması bu ümitlerin daha da artmasına yol açmıştı.
Ancak rejim Adonis, Sadık Celâl el-Azm, Haydar Haydar benzeri entelektüellerin kaleme aldığı 99'lar dilekçesi, daha sonra da Sivil Toplumun Canlandırılması Komiteleri tarafından hazırlanarak ileri gelen kanaat önderleri tarafından imzalanan 1.000'ler dilekçesini yaşamına yöneltilmiş bir tehdit olarak görmüştü. Müslüman Kardeşler'in 2002 Ağustosu'nda Londra'da düzenlediği konferans ise "bardağı taşıran damla" oldu. Rejim sınırları esnetebilirdi; ama açık topluma dönüşmenin kolonyalizm mirâsı yapının sonu olacağını da anlıyordu. Beşar el- Es'ed'in "bahar" metaforunun kullanımını şiddetle reddederek onun yerine "gelişme" kavramını önermesi tesadüfî değildi.
Ölüm-kalım savaşı
Kolonyalizm mirâsı, azınlık tahakkümüne dayalı bir rejimin günlerinin sayılı olduğu şüphesizdir. Ancak tek çâresi iktidarda kalmak olan rejim, ülke bir kan banyosundan geçmeden meydanı terk etmeyecektir. Bu gerçekleştiğinde Suriye rejiminin "antiemperyalist" söylemine kapılarak onun gerçekte yüksek perdeden eleştirdiği emperyalizmin ürünü olduğunu göremeyenler şüphesiz ağıtlar yakacaklardır. Halbuki gerçekleşecek olan kolonyalizmin bölgedeki son kalıntılarından birisinin daha tarihe karışmasından başka bir şey değildir.