Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın bütçe müzâkereleri sırasında dile getirdiği "Hepsi, kim, ne varsa bu topraklar üzerinde kendi kimliğini rahatlıkla söyleyecektir. O kimliğe saygı duyacağız. O kimliğin bütün kültürel haklarını, anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız" ifadesi, çoğulcu ve eşitlik temelli bir "toplum tasavvuru" yaratma alanında kısa sürede ciddî yol katedildiğini ortaya koymaktadır.
Yirmi yıl evvel TBMM çatısı altında değil dile getirilmesi, ima edilmesi bile düşünülemeyecek bu çarpıcı ifade, her türlü farklılığı "potansiyel bölücülük" olarak gören ve ideal toplum tasavvuru "her bireyi tektipleştirilmiş bir kitle" olan zihniyetin toplumumuzdaki egemenliğinin de sona ermek üzere olduğunu ortaya koymaktadır.
Sorun paradigmadadır
Çoğulculuk alanında önemli bir adım olduğu şüphesiz olan bu yeni toplum tasavvurunun temel sorunu, kimlikler ve kültürler arasındaki ilişkiye, "tektipleştirme" siyasetleri öncesinde asırlarca toplumsal düzenimizi şekillendiren "millet-i hakime" paradigması aracılığıyla yaklaşmasıdır. Bu yapıldığında ise ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, söz konusu ilişki hegemonik karakter kazanmakta, "egemenlik" ve "üstünlük" temeline dayandırılmaktadır. Son tahlilde "verme" ve "tanıma" böylesi bir ilişkiye atıfta bulunur.
Dolayısıyla önemli bir adım olmakla birlikte bu yeni tasavvurun da toplumumuzun temel sorununu çözmede yetersiz kalacağını söylemek kehânet olmaz. İhtiyaç duyulan "daha fazla verme" değil, "paradigma değişikliği"dir. Tekrar etmemiz gerekirse, bu alanda hiçbir "hak" tanımayan, bireyleri tektipleştirerek "özgürleştirdiğini" düşünen bir ideolojinin egemenliği altında bir asra yakın bir süre yaşayan bir toplum için "verme"yi kabul eden bir yaklaşım "devrim" niteliğindedir. Ancak mesele tarihî süreç içerisindeki gelişimi çerçevesinde ele alındığında ihtiyaç duyulanın bu değil, ciddî bir paradigma değişikliği olduğunu söyleyebilmek mümkündür.
Bir 'millet-i hakime'den diğerine
Geleneksel Osmanlı yapısı hiyerarşik çok kültürlülüğe dayanırdı. Bu yapıda Müslümanlar "hakim millet (o dönemdeki anlamıyla dinî cemaat)"i oluşturur ve diğer inanç sistemlerinin mensuplarıyla hiyerarşik bir ilişki sürdürürlerdi. Bu münâsebet Osmanlı klâsik dönemindeki dünya göz önüne alındığında oldukça liberal bulunabilirdi; nitekim hiyerarşinin alt basamaklarında bulunanlar da onun "âdil" olduğu konusunda hemfikirdiler. Ancak on sekizinci asır sonunda global ölçekte yaşanan değişim, hoşgörü temelli bu hiyerarşik yapının sürdürülmesini imkânsız kıldı. Tanzimat siyasetleri gerçekte dönemin ruhuna uyabilecek "eşitlik" temelli yeni bir yapı kurma çabalarından başka bir şey değillerdi.
1856 Islâhat Fermanı ve 1869 Ta'biyet-i Osmaniye Kanunu ile hukukî zemini yapılandırılan "hiyerarşisiz" toplum tasavvuru iki temel sorunla karşılaştı. Asırlar süren hiyerarşik ilişki öylesine içselleştirilmişti ki, yasal dönüşümlere karşın fiilî varlığını sürdürüyor ve uygulama yazılı olmayan bir "hakimiyet" paradigması çerçevesinde gerçekleşiyordu. Ancak daha büyük sorun, bu zihniyet engelini aşarak daha eşitlikçi olacağı varsayılan yeni nesillerin, "milliyetçilik çağı"nın ürünü olan değişik bir hiyerarşi ve yeni bir "millet-i hakime" yaratmasıydı.
Türk millet-i hakimesi
Dolayısıyla dinler arası eşitliği sağlayarak "hiyerarşisiz" bir toplum yaratacağını, bununla da zamanın ruhunu yakalayacağını düşünen tanzimat ricâlinin çabaları din temelli bir "millet-i hakime"nin yerini etnik temelli bir diğerinin almasıyla neticelendi.
İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin tarihi bir anlamda bu yeni "millet-i hakime"nin ideolojisinin oluşturulmasının tarihidir. Cemiyetin geliştirdiği milliyetçilik, "unsur-i aslî" olarak nitelendirdiği Türklere "hakim millet" statüsü bahşederken, imparatorluğun diğer unsurlarıyla bu etnik grup arasında "hiyerarşik" bir ilişki öngörüyordu. Nitekim cemiyet üyelerinin de yayımına katkıda bulunduğu Türk dergisi yayınladığı "Türkler-Ermeniler," "Türkler- Yahudiler" başlıklı makalelerle bu tür bir ilişkide "tâlî" unsurlara düşen vazifeleri dile getiriyor, "Ermenilere verebileceklerimiz" konulu yazılarla da ilişkinin karakterini ortaya koyuyordu.
Bu tasavvuru en iyi yansıtan metin ise şüphesiz İttihad ve Terakki Cemiyeti listesinden mebus seçilecek Hüseyin Cahid (Yalçın)'in "Hürriyet'in İlânı" sonrasında kaleme aldığı "Millet-i Hakime" makalesiydi. Bu yazıda diğer imparatorluk unsurlarının Türklerden "korkma"larını gerektiren bir şey olmadığı, ancak Türkleri "muhalâsât-ı kalbiyelerine (içten samimiyetlerine) inandırma"larının gerektiği vurgulanıyordu. İlişkinin niteliğine ilişkin tespit ise oldukça çarpıcıydı: "Ne denilirse denilsin, memleket de millet-i hakime Türklerdir ve Türkler olacaktır."
Bu yaklaşım ise diğer unsurların siyaset yapıcılarıyla uzlaşmayı imkânsız hale getiriyordu. Meselâ Dr. Bahaeddin Şakir 1908 İhtilâli öncesinde "millet-i hakime" vurgulu bir program çerçevesinde Ermeni örgütlerine yaklaşmak istediğinde, kendisine yardımcı olan Diran Kelekyan bunun yerine, "tefevvuk (üstünlük) ve hakimiyet iddialarından vazgeçerek vatanı müşterek addetmek ve 'hakim' yerine 'şerik' olmakla iktifa eyleme"nin daha yararlı olacağını söylemiş, ancak etkili olamamıştı.
İttihadçılığın herrenvolk kavramını andıran "millet-i hakime" yaklaşımını ideolojisinin merkezine yerleştirmesi, diğer unsurlarla ilişkiyi bu temelde ele alması, imparatorluğun son yıllarını milliyetçilikler arası savaş koşullarında geçirmesi sonucunu doğurmuştur. İlginç olan bu siyasete karşı çıkan Arap, Arnavut, Ermeni ve Rum siyasî örgütlenmelerinin de daha fazla "hak ve tanınma" talebinden farklı bir paradigma geliştirememiş olmalardır.
Yeni bir tasavvur
Tüm olumsuz yönlerine karşılık "millet-i hakime" tezi, hiyerarşideki yerlerini bilmeleri koşuluyla, "diğer unsurlar"ın varlığını kabul ediyordu. Toplumumuzda ulus-devlet inşaı sürecinde takip edilen tektipleştiricilik ise "öteki"nin "olmamasının gerektiği"ni savunuyordu. Uzun yıllarını bu tür bir "olması gereken sanal dünya"da geçiren toplumumuz, gerçeklerle yüzleşmeye başladığında "ötekiler" ile ilişkinin nasıl düzenleneceğine kafa yormaya başlamıştır.
Ancak "ötekiler"in varlığının kabûlü beraberinde "millet-i hakime" tezine dönüşü getirmiş ve en liberal yaklaşımlar dahi "hegemonik" olmayan tasavvurlar üretememişlerdir. Burada "ötekiler"in de "hakim unsur"dan daha kapsamlı taleplerde bulunma dışında bir vizyon geliştirememiş olduklarını vurgulamak gereklidir.
Bu noktada ihtiyaç duyulan "verme" ve "tanıma" değil, beraberce üretilerek "ortak payda"yı genişletecek bir tasavvurdur. Benzer şekilde kendilerini masanın karşı tarafında görenler de "alma" ve "tanınma" yerine böylesi bir paydanın yaratılmasına çalışmalıdırlar. Bu yapılarak "hakim" ve "mahkûm"un olmadığı bir tasavvur yaratılmadıkça ne "verilirse verilsin" ya da "alınırsa alınsın" farklı bir sonuç doğmayacaktır.