Toplumsal sorunların varlığını reddetmek, onların gerçekte var olmadıklarını savunmak ve bunu sürekli tekrarlayarak içselleştirmek, kısa, hattâ orta vâdeli rahatlamaları beraberinde getirebilir. Ancak bu tür "olanın olmadığına inanma ve inandırma" siyasetleri sorunları uzun vâdede büsbütün içinden çıkılmaz hale sokmaktan başka bir işlev görmezler. Çünkü bunlar bir taraftan toplumun bir bölümünün var olmayan bir gerçekliğe yönelik inanç geliştirmesine neden olurken, öbür taraftan da varlığı inkâr olunan "sorunun" temsilcilerini radikalleştirirler.
Türk siyasetinin adını bile koymakta zorlandığı "Kürt Meselesi" bu hususta verilebilecek en güzel misâllerden birisidir. Yıllarca "Güneydoğu Meselesi" benzeri isimlerle atıfta bulunulan bu sorun, toplumun bir kesiminin "Türkiye'de herkesin Türk olduğu" inancını içselleştirmesine, buna karşılık varlıkları inkâr olunanların da mağduriyet temelli, kuvvetli milliyetçi vurgular içeren bir kimlik siyasetine daha sıkı biçimde sarılmalarına yol açmıştır.
Burada bir parantez açarak söz konusu sorunun ulus-devlet inşaı sonrasında kangren hale gelmekle beraber, Cumhuriyet öncesi geçmişi olduğunu belirtmekte fayda vardır. "Arnavut Sorunu"nu içinden çıkılmaz hale getiren İttihadçı millet tasavvuru ve siyasetlerinin bu meselenin kaynağı olmaması gibi, Erken Cumhuriyet millet tasavvuru ve sonrasında izlenen siyasetler, meselâ12 Eylül Rejimi uygulamaları, "Kürt Sorunu" nun şu anda karşımızda durduğu şekle evrilmesinde belirleyici rol oynamakla beraber, bizatihi onun yaratıcısı değildirler.
Meselenin detaylarında kaybolmak yerine büyük resme baktığımızda göreceğimiz, hızla merkezileşmeye çalışan bir imparatorluk yapısının milliyetçilik çağında, Avrupa müdahalesinin de hızlandırıcı etkisiyle çok sayıda ulus-devleti doğurmasıdır. Sınırları isyanlar, bağımsızlık savaşları ve barış konferansları neticesinde karakuşî kıstaslarla belirlenen bu ulus-devletler, imparatorluğun büyük ölçekte yaşadığı sorunla küçük ölçekte muhatap olmuşlardır. Bosna'dan Kosova'ya, Kıbrıs'dan Makedonya' ya yayılan bir alanda günümüze ulaşan çatışmalar aslında "imparatorluk unsuru"ndan "ulus-devlet azınlığı" statüsüne gerileyen toplulukların trajedilerinden başka birşey değildir.
Yeni Türk ulus-devletinin kurulduğu saha da 1915 Tehciri ve Türk-Yunan Nüfus Mübadelesiyle ciddî bir türdeşleşme sürecinden geçmesine karşın bu çatışmanın dışında kalmamıştır. Tıpkı kapsayıcı Osmanlı kimliğiyle böylesi sorunların önüne geçeceğini düşünen imparatorluk ricâli gibi, Cumhuriyet kurucuları da benzeri bir kimlikle ulus-devletlerinde söz konusu çatışmanın yaşanmayacağını ümit etmişler ve geliştirdikleri millet tasavvurunu "olan"a değil "olması gereken ideal"e dayandırmışlardır. Bu alanda kurucu liderler, ulus-devlet inşaı coşkusu içinde yeni "ideal"in bazı kesimlerce içselleştirilmesinin eskisine göre çok daha zor olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istememişlerdir.
Yukarıda değindiğimiz gibi Kürt Sorunu, Osmanlı mirâsıdır. Tanzimat sonrası merkezileşmesine tepki olarak gelişen Kürt proto-milliyetçiliğinin on dokuzuncu asır sonundan itibaren ortaya çıktığını ve Osmanlılık tanımının sınırlarını esnetmeye çalıştığını söylemek yanlış olmaz. Önce Kahire sonra Cenevre'de yayınlanan Kürdistan dergisinin neşriyatı, Azm-i Kavî Cemiyeti benzeri örgütlenmeler bunun ciddî kanıtlarıdır. II. Meşrutiyet sonrasında bu milliyetçilik öncülü akımın ivme kazandığı da doğrudur. Nitekim Roj-i Kürd, Hetav-ı Kürd benzeri dergilerin yayınları, Kürt Teâvün ve Terakki Cemiyeti gibi yapılanmalar bunu ortaya koymaktadır. Bu hareket Osmanlı dağılmasının gündeme gelmesiyle daha büyük bir sıçrama yapmış ve Mütareke Dönemi'nde Kürt entelektüellerin bir bölümü gerçek bir kimlik siyasetinin sözcülüğünü yapmışlardır. Ancak temel mesele kendisini Osmanlılık ideolojisiyle ve kimliğiyle, belli zorlamalarla da olsa, eklemleştirebilmiş bu kimlik siyasetinin aynı işlemi Cumhuriyet ideolojisi ve Türklük tanımıyla yapamamış olmasından kaynaklanmaktadır.
Bunun nedenleri ise yukarıda zikrettiğimiz yeni "ideal"in alt kimliklere çok daha az hayat hakkı tanıması (daha doğrusu tanımaması), din ortak paydasında buluşmaya set çeken seküler milliyetçi bir ideolojinin egemenliği ve 1915 Tehciri sonrasında Kürtlerle merkez arasındaki 1878-sonrası ittifakının temel nedenini oluşturan dış "tehdit"in (Avrupa müdahalesiyle kurulacak bir Ermeni devletinde etnik ve dinî azınlık durumuna düşme) ortadan kalkmasıdır. Buna karşın Türk siyaseti bu gerçekle yüzleşmek, ona anlamlı politikalarla cevap vermek yerine onu reddetmiş ve varlığını dile getirenleri cezalandırmıştır. 12 Eylül ile zirvesine ulaşan bu red-tecziye sarmalı ise sorunun günümüzdeki şekline evrilmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla yapılması gereken ilk iş meselenin adını doğru koymaktır. Bu yapılmaz ve sorun olduğundan farklı tanımlanırsa onu halletmek mümkün olamaz. İkinci olarak meselenin "bireysel" düzeyde çözülemeyeceği gerçeği görülmelidir. Tıpkı Kemalist ideolojinin "dileyen herkesin ibadet edebildiği" bireysel dindarlık tasavvurunun Türkiye'nin laiklik sorununu halledememesi gibi, kapsayıcı üst kimliğe itiraz etmeyen Kürt vatandaşlarımızın devlet görevlerine gelmelerinin engellenmemesi temelindeki bireysel çözüm bu meseleyi nihayete erdiremez.
Son dönem Osmanlı tarihi bu tür çözüm çabalarında karşılaşılan başarısızlığın tarihidir. Meselâ1905'te İttihad ve Terakki Cemiyeti, Ermeni siyasî teşkilâtları ve entelektüellerine bireylere eşit haklar tanıyan anayasal özgürlük temelinde ortak hareket teklifiyle yaklaşmak istediğinde, bunların "toplumsal eşitlik," "toplum olarak tanınma" ve bu çerçevede hakları olması dışında bir çözümü kabul etmeyecekleri cevabını almıştı. 1908 sonrası Arnavut ve Arap liderlerle yapılan müzakereler de aynı noktada tıkanmıştı. Bir asır sonra benzer bir yaklaşımın başarılı olacağını ummak gerçekle yüzleşmeme gayretinden başka birşey değildir.
Sorunun varlığının reddiyle gelinen nokta ortadadır. Bu aşamada onu çözemeyecek araçlarda ısrar ise Chloroquine tedavisiyle iyileşebilecek bir hastaya kına kına kabuğu tozu vermekte ısrar ederek ölümüne yol açmaya benzer. İki neslin düşük yoğunluklu iç savaş ortamında doğup büyüdüğü ülkemizde gerçek tedaviye en kısa sürede başlanması zaruridir.