Eylemcilik mutlaka bir radikalizmin mi dile getirilmesidir? "Eylem" olağan yollarla ortaya konulmayan bir talebi içermesi nedeniyle, tanımı gereği, aşırılık taşır. Ancak bu aşırılık mutlaka radikal bir görüş temelinde ifade olunmayabilinir. Sorumuzu değişik bir biçime sormamız belki ona daha aydınlatıcı bir cevap vermemizi mümkün kılabilir. "Muhafazakâr Eylemcilik" mümkün müdür? Diğer bir ifadeyle birbirinin zıttı gibi gözüken bu iki kavramı da içeren bir hareket tarzı ve siyaset ortaya konulabilir mi? B
u soruların her ikisine de verilecek cevap "Evet" olmalıdır. Muhafazakâr eylemcilik mümkün olduğu gibi, bu aslında son asır Osmanlı/Türk siyasetindeki önemli gelişmeleri açıklayabilecek bir anahtar kavram, bunun da ötesinde genellikle adı konulmayan bir ideolojinin adıdır. Konunun tartışmasına girişmeden altını çizmemiz gereken bir husus, bu tamlamadaki "muhafazakârlık" ın toplumumuzdaki genel kullanımın aksine "dindarlık" ile bağlantılı değil, mevcut durumu (status quo) koruma amaçlı bir yaklaşım olarak tanımlanmasıdır.
1907'nin son günlerinde Osmanlı muhalefetini oluşturan siyasî örgütler rejimin devrilmesi hedefine ulaşmak için ortak bir program oluşturulması amacıyla Paris'te gizli bir toplantı yapmışlardı. Bu süreçte örgütleri için o zaman Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti adını kullanan İttihadçılar ile Daşnaktsutyun (Ermeni İhtilâlci Federasyonu) arasında ciddi pazarlıklar yapılmıştı (Daha radikal bir program izleyen Makedon ihtilâlci örgütü VMORO ise muhafazakâr ve devlet yanlısı olarak yaftaladığı İttihadçılarla buluşmayı dahi reddetmişti). İki örgüt arasında yapılan pazarlıklar radikal ve muhafazakâr eylemcilik arasındaki farklılığı en belirgin şekliyle ortaya koyar.
Meselâ daha sonra İkinci Enternasyonal üyesi olacak Daşnaktsutyun temsilcileri rejimin devrilmesi için bir eylem türü olarak halkı askere gitmemeye teşviki önerdiklerinde İttihadçı liderler "düşman ile muhat olduğumuzdan böyle bir tehlikeli silah"ın kullanılmasını şiddetle reddetmişlerdi. Aynı şekilde Ermeni delegelerin rejim değişikliği sonrasında kurulacak meclisin "meclis-i müessisan" olması teklifi de İttihadçı liderler tarafından kabul olunmamıştı. Bu misâllerin de açıkça ortaya koyduğu gibi İttihadçı liderlerin amacı düzenin alt üst olması ve radikal değişikliklerin yapılmasından ziyade mevcut statükonun korunması idi. Bu kimselere göre II. Abdülhamid rejiminin temel sorunu statükonun korunması alanında güven verememesiydi. İttihadçılığın 1908 öncesi anayasacılık ve temsil talepleri de aslında statükonun bu araçlarla Sultan'ın rejimine göre daha iyi korunabileceği fikrî arka plânına dayanıyordu.
Görünüşte İttihadçılar da radikal Makedon ve Ermeni örgütlerinin eylemci yöntemlerini taklit ediyorlar, Ahmed Rıza Bey Osmanlı subaylarına hitaben "Çete Teşkili Lüzûmuna Dair Mektub" kaleme alıyor, cemiyetin çeteleri eyleme geçiyorlardı; ama bu çeteler gerçekte radikal bir değişim arzusunun değil muhafazakâr bir eylemciliğin aracı oluyorlardı. İttihadçı liderlere göre "Fülân yerde, fülân zabitin kumandası altında bir çete teşkil" edildiğinde "devletin selâmeti niyetiyle silaha sarılan bir fırkayı hükûmet emr etse de asker urmaz, zabtiye uzakdan görse de görmezliğe gelir, mal ve mülk sahibleri ise ma'elmemnuniye besler, himâye ede"rdi. Gerçekten de öyle oldu. "Devletin selâmeti" amacıyla silaha sarılan, subaylar ve bürokratlarca desteklenen bir fırka eylemci yolları kullanarak iktidara el koydu. Ortada bir "eylem" vardı; ama bunu gerçekleştiren ideoloji muhafazakârdı.
1908 İhtilâli aslında muhafazakâr eylemciliğin zaferi demekti. "Türkiye'de liberallerin iktidara geldiğini" zanneden Avrupa kamuoyu ile benzer hayâllere kapılan "Osmanlı hürriyetperverânı" iktidarın gerçekte nasıl bir zihniyet tarafından ele geçirildiğini kısa sürede anladılar. Keşfettikleri bir diğer husus ise iktidarı elinde tutan "muhafazakâr eylemci" ideolojinin gücünün sınırları oldu. Kendini devlete yaslayan, onun imkânlarını yasal sınırları esneterek ve gereğinde onlara aldırmayarak dilediğince kullanan, "devletin selâmeti" "vatanın tehlikeden halâsı" benzeri kavramsallaştırmalarla kendisini meşrulaştıran bir eylemcilik, statükoyu değiştirmek amacıyla devletle çatışma durumunda kalan radikal eylemcilikten çok farklı bir güç, konum ve meşruiyete sahip olabiliyordu.
Eylemci muhafazakârlık ideolojisinin iktidarı aynı zamanda onun kurumsallaşması anlamına geliyordu, ki bu da eylem sonrası değil eylem öncesi meşruiyet sağlıyordu. Fedaî teşkilâtlarına, Cemiyet çetelerine ve asker kaçaklarına af vesikaları vererek kendilerine katılmalarını sağlayan Millî Tabur ve Alaylara eylem sonrasında meşruiyet kazandırılmıştı. Buna karşılık Teşkilât-ı Mahsusa "muhafazakâr eylemciliği" meşru bir kurum olarak ifa etmişti.
1960'a kadar etkisi fazla hissedilmeyen muhafazakâr eylemcilik, 27 Mayıs darbesiyle yeniden ortaya çıktı. Emir-komuta zinciri dışında gerçekleştirilmesi, ordu hiyerarşini altüst etmesi benzeri özellikleriyle 1908 İhtilâli'ne fazlasıyla benzeyen bu darbe, aynı zamanda "muhafazakâr eylemciliğin" yeni yükselişinin de başlangıcı oldu. Tıpkı 10 (23) Temmuz sonrasında olduğu gibi, 27 Mayıs'ı takip eden günlerde de "muhafazakâr eylemcilik" kurumsallaşma alanında yoğun bir çabayı ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda bu düşünceyi resmî ideolojiyle eklemleştirdi.
Muhafazakâr eylemciliğin en önemli başarısı kuşkusuz bu ideolojiyi statükoyu değiştirmeye yönelik "devrimci" bir düşünce yapısı olarak pazarlayabilmiş olmasıdır. Osmanlı sosyalistleri sözkonusu ideolojinin muhafazakârlığını, 1908 grevlerine "Tatili Eşgâl" muvakkat kanunu ile cevap verildiğinde anlayabilmişlerdi. Türk "sol"unun bunu kavrayabilmesi ise çok daha uzun sürmüş ve acılı olmuştur. Toplumumuzda kendilerini siyasî yelpazenin solunda gören bâzı çevrelerin bunu hâlâ kabullenememeleri ise ilginçtir.
Bunun temel nedeni yakın dönem tarihimizin muhafazakâr eylemci ideoloji tarafından yazılmış olmasıdır. Bu ideolojinin, tarih inşa etmeyip sadece yakın dönem tarih araştırmalarının konusu olduğu bir Türkiye şüphesiz yaşamakta olduğu pek çok sıkıntıdan kurtulacaktır.