Cumhuriyet kurucuları, parçalanmış imparatorluk mirası üzerine bir ulus-devlet inşa etme benzeri, büyük zorluklarla dolu, bir projeye başladıklarında bir dizi kült oluşturmanın gerekli olduğunu düşünmüşlerdi. Bunun neticesi olarak, son misâli II. Abdülhamid olan yaşayan halife- sultan kültünün yerini kurucu lider kültü alarak "zât-ı akdes-i hazret-i hilâfetpenâhî" yerini seküler bir insanüstülük ile kutsanan "beşeriyet harikası ulu önder"e bırakırken, "Cemiyet-i Mukaddese" İttihad ve Terakki'den boşalan örgütsel kült boşluğunu Halk Fırkası doldurmuş, saltanat ve daha sonra da hilâfetin kaldırılmasından kaynaklanan ihtiyaca ise cumhuriyet kültünün cevap vereceği düşünülmüştü.
Devlet kurucuları bu yeni rejimi, Rousseau'nun Toplumsal Mukavele eserinde yaptığı cumhuriyet tarifi ile geleneksel "menfaat- i âmme" ilkesini bağdaştırmak suretiyle tanımlarken, onu Fransa'daki cumhuriyetçiliğe benzer bir külte dönüştürmenin gerekli olduğunu var sayıyorlardı. Bu görüşe göre, saltanat ve hilâfet gibi eski rejimin iki temel direği ortadan kalktığından, cumhuriyet sadece bir rejim değil, aynı zamanda topluma "cumhuriyetçi ruh" aşılayacak bir kült olmalı, meselâ "hükûmet-i seniyye" ni yerini alan "cumhuriyet hükûmeti" bir bakanlar kurulu olmanın ötesinde belirli değerleri temsil etmeliydi.
Tabiatıyla bu tahlil Türk tarihinde 1919 ve 1923'ün Fransız tarihindeki 1789 ve 1792'ye tekâbül ettiğinin kabulünü zorunlu kılıyordu. Bu ise kâğıt üzerinde mümkün olmakla beraber, gerçekte, ilişkisiz tarihi kesit ve toplumlarda meydana gelen farklı gelişmelerin zorlama yoluyla aynılaştırılmasıydı. Pek tabiî bu tür bir benzeştirme ve kültleştirme, Takrir-i Sükûn sonrasını Fransa'nın 1793-1794 dönemiyle özdeşleştirerek, "cumhuriyet düşmanları" nın tasfiye edilmesini de meşrulaştırabiliyordu.
Gerçekte ise anayasal monarşi ile yönetilen bir imparatorluğun on yıl süren iç çekişme, savaş, yıkım ve parçalanma sonrasında asker-sivil bürokratlar liderliğinde gerçekleştirdiği ulus-devlet kurma girişimi sürecinin 1789 ve sonrası Fransası ile benzerliği yoktu. Ayrıca "cumhuriyet"e ölesiye karşı çıkan aristokratlar ve örgütlenmiş din benzeri toplumsal tabakalar da söz konusu değildi ve rejim değişikliği,1923 sonrası Türk toplumunda 1789 sonrası Fransası'nda görülene benzer derinlikte toplumsal değişimler yaratmamıştı. Bu nedenlerden dolayı Türk tarihinin 1799, 1804, 1848 ve 1870'i de olmadı.
Sıklıkla savunulduğunun tersine, bilhassa 1908 sonrasında meşrutî idareyi desteklemiş olan ulema da, rejim olarak cumhuriyete direnç göstermedi. Zaten Reşid Rıza'nın başını çektiği İslâmî Cumhuriyetçilik akımı Türk muhafazakâr düşünce çevrelerinde yaygın kabul görüyordu, daha da önemlisi, Katolik Kilisesi'nin "cumhuriyet" kavramına yönelik eleştirilerine benzer yargıları dile getiren de yoktu.
Dolayısıyla yaratılan "cumhuriyet" kültü temelde ciddî muhalifleri bulunmayan, varlığını ise mutasavver düşmanlarla meşrulaştıran bir yapıydı. Nitekim Takrir- i Sükûn Kanunu sonrasında kapatılan muhalefet partisinin adında dahi "cumhuriyet" kelimesi bulunmaktaydı. Bu nedenle aslında hayalî olmanın ötesine gitmeyen bir kült bilhassa 1950 sonrasında tedricen bu özelliğini kaybederek, toplumsal düzeyde, bir "rejim türü"ne evrildi. Bu ise, aslında, zorlama yorumlarla yaratılan bir yapının gerçek anlamı ve işlevinin vurgulanmasından başka birşey değildi. Marjinal gruplar dışında kimsenin cumhuriyet karşıtlığı da yoktu.
Cumhuriyet bir "ilerlemecilik kültünden" rejim şekline dönüştürüldüğünde, erken cumhuriyetin, yarattığı kült nedeniyle, sorunlu gördüğü demokrasi ile rejimi uzlaştırmak da mümkün olabiliyordu, ki toplumun çoğunluğu demokrasi ve çoğulculuğu "cumhuriyet değerlerinin aşındırılması" olarak gören yaklaşımı fazla anlamlı bulmadığını oy kullanma çizgisiyle vurguluyordu.
Bütün bu gelişmelerden sonra, günümüzde sadece kâğıt üzerinde anlamlı olmuş bir kültün Fransa'da gelişen yeni cumhuriyetçilik akımından etkilenerek canlandırılması ve Türk toplumu için anlamı, gereği, daha da önemlisi, tarihselliği olmayan bir "cumhuriyet-demokrasi" çatışmasının yaratılması ciddî sorunlar doğurmaktadır. Zannedildiğinin tersine bu tür kült temelli "ilerlemeci cumhuriyetçilik" ile demokrasiyi bağdaştırmak son derece zordur.
Toplumumuzda Régis Debray'den esinlenerek yeni bir cumhuriyet kültü yaratmaya çalışan akımlar, tıpkı Fransız düşünürün yaptığı gibi, "cumhuriyet"i üniversellik ile taçlandırıp, "demokrasi" yi mahallilik düzeyine indirerek demokrasinin antitezi olan bir cumhuriyet fikri yaratmaktadır. Tarihçi Pierre Rosanvallon'un da belirttiği gibi bu tür bir cumhuriyetçilik farklı çıkarların çatışması zemininde var olan, uzlaşmaya dayalı demokratik cumhuriyeti reddederek, bunun yerine, Fransız İhtilâli'nden itibaren savunulan üniversel değerler temelli, ilerlemeci bir cumhuriyeti savunmaktadır.
Yeni Türk Cumhuriyetçiliği de tıpkı eski (kilise ve monarşistler) ve yeni (serbest piyasa) düşmanları tarafından uzlaşmaya dayalı bir demokrasi fikriyle "baltalanmaya çalışılan" cumhuriyeti kurtarmaya çalışan Debray gibi, cumhuriyetçi değerlerlerin temsil ettiği "gerçek"le çatışan bir demokrasi fikrini vurgulamaktadır. Bu yaklaşıma göre değişik görüşleri bağdaştırmaya, uzlaştırmaya çalışan demokrasi, "gerçek"i temsil eden, toplumu ileriye götürmekle vazifelendirilmiş cumhuriyetin düşmanıdır.
Bu tür bir cumhuriyetçiliğin demokratikleşmesi son derece güç, hattâ imkânsızdır. Nitekim erken cumhuriyetin demokrasi "denemeleri" bu nedenle başarısız olmuş, Türk demokrasinin ilerlemesi ise ancak söz konusu kültün yerini bir rejim olarak "cumhuriyet" e bırakmasıyla mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla yapılması gereken, yeni cumhuriyetçilerin yarattıkları, Türk tarihinin gerçeklerine uymayan mutasavver cumhuriyet kültünü demokratikleştirmeye çalışmak değil, cumhuriyet rejimi içinde demokrasiyi olabildiğince ileriye götürmektir.