Katı bir lâiklik anlayışıyla dinî inançların vicdana hapsedildiği bir zorlama sosyolojik gerçeklere aykırıdır. Esasen lâikliğin özünde bulunan din ve vicdan hürriyeti de bu katı tecridi gerektirmez. Önemli olan, demokratik eşitliğin ve hürriyetlerin işleyebileceği şekilde lâikliğin uygulanması ve bu mânâda din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Bir devletin temel ilkeleri arasında 'lâikliğin' bulunması, çeşitli dinî telâkkileri ve faaliyet tarzları olan cemaat, cemiyet ve tarikatların varlığına engel teşkil etmez. Lâik bir devlette de çeşitli sivil toplum kuruluşları, cemaatler ve benzeri yapılanmalar serbestçe faaliyette bulunabilirler. Demokratik devlet ve toplum olmanın gereği de budur.
Devlet, demokratik bir yapı içinde 'kuvvetler ayrılığı' ilkesiyle dengelenen ve kişi haklarının teminat altında bulunduğu hukukî ve siyasî oluşumdur. Demokratik rejimlerde devlet, milletin seçtiği siyasî ekipler tarafından hukuka göre yönetilir. Devleti yönetenlerin milletin önünde hesap verdiği yasama ve yargı güçleri vardır. Demokratik devlet 'otoriter' değildir ama yönetimi ayakta tutan, denetlenebilir bir 'devlet otoritesi' vardır. Bu otoritenin zedelenmesi millete ve ülkeye zarar verir.
Devlet gücü, her icraatı ve faaliyeti hukuka ve kaidelere bağlanmış resmî bir güçtür. Devlet organlarının içinde gayriresmî yapılanmalar ve kadrolaşmalar kabul edilemez. Özetle, 'Devlet içinde devlet olmaz'.
Bir dereceye kadar devlet içindeki kadrolaşmayı ve ekipleşmeyi hoş görmek mümkündür. Lâkin bu kadrolaşma 'klikleşme' hâline gelir, hele hukukun dışına taşarak yönetime müdahaleye kadar uzanırsa, buna izin vermek mümkün değildir.
***
Emniyet ve
Yargıdaki cemaat kadrolaşması konusunda
Hükûmet'in önceden haberdar olmadığı düşünülemez. Lâkin,
2012 Şubatı'nda
MİT Müsteşarı'nın sorgulanmak ve tutuklanmak istenmesi, bardağı taşıran son damla olmuştur. Daha sonra, cemaat hizmetlerinin de olduğu dershanelerin kapatılması konusundaki çalışmalar, cemaat içindeki bazı mahfiller tarafından rövanş gibi algılanmış; ne yazık ki
17 Aralık Operasyonu sahneye konulmuştur. Bu arada yapılan yolsuzluk iddialarının bir kısmı doğru olabilir. Hep yazdığımız gibi bu takdirde suç işleyenin cezalandırılması tabiîdir. Ancak, artık herkesin farkında olduğu gerçek, yolsuzluk iddialarının uluslararası yönü de bulunan bir
'komplo'nun aracı yapıldığıdır. Seçimlere kısa zaman kala, bakanlara ve Hükûmete yöneltilen bu komplonun hedefinde aslında
Başbakan Erdoğan ve
Türkiye vardır. Nitekim alınan bütün tedbirlere rağmen çok kısa zamanda bu komplo
Türkiye'ye milyarlarca dolar zarar vermiştir.
Yahudi lobisinin,
MOSSAD'ın ve
Neocon'ların desteklediğinden şüphemiz olmayan bu komploya âlet olan kişilerin de artık olan bitenden memnun olmadıkları tahmin edilebilir.
***
Başbakan'ın haklı tepkisini ve cemaatin tasfiye hissiyatını anlamak zor değildir. Lâkin, kim ne derse desin, aslında
'dostlar' arasındaki bu zıtlaşmaya artık son vermek gerekiyor. Bazı çevrelerin ellerini ovuşturup sırıtarak seyrettikleri bu sözde
'savaş',
Türkiye'deki insanımıza zarar veriyor ve
Cemaat'in herkesin takdir ettiği yurtiçi ve yurtdışı hizmetlerini aksatma ihtimalini gündeme getiriyor.
Başbakan Erdoğan'ın en üzgün ve kızgın olduğu anlarda bile komploya karışanlarla tabandaki inançlı cemaat mensuplarını ayırması çok önemlidir.
Başbakan, son
Dolmabahçe toplantısında da bunu açıkça vurgulamıştır.
Başbakan Erdoğan'ın, birilerinin beklediği gibi, hukuk dışı bir
'cadı avı' başlatması mümkün değildir. Böyle bir yaklaşım, her şeyden önce onun inançlarına ters düşecektir.
Fethullah Hocaefendi'nin
Cumhurbaşkanı'na gönderdiği bir nevi
'uzlaşma' mahiyetindeki mektubun,
Başbakan Erdoğan tarafından da değerlendirilmesini ve bu üzücü zıtlaşmanın bir an önce sona erdirilmesini diliyor ve bekliyoruz.