Hayatı boyunca rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlıkla mücadele etmiş eski bir bürokrat ve siyaset adamı olarak, "yolsuzluğun" en büyük dertlerimizden birisi olduğunu biliyorum. ANAP döneminde, 1990'da, bizzat kaleme aldığım ve merhum Özal'ın karşı çıkmasına rağmen kabulü için uğraştığım 'Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Kanunu', bu konuda yürürlüğe giren ilk mevzuat olmuştur.
Rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ne yazık ki her dönemde gündeme gelmiş ve siyasî iktidarların yıpranmasına sebep olmuştur. 2002 sonunda AK Parti'nin iktidara gelmesiyle, Başbakan Erdoğan'ın bizzat ilgilenmesi neticesinde rüşvet, yolsuzluk ve suiistimallere karşı mücadele dönemi başlatılmış; bu dönemde ekonomide elde edilen başarılarda, gayrimeşru kazançların engellenmesinin de rolü olmuştur.
Ancak, bütün uzun dönemli iktidarlarda olduğu gibi, dokuz yıllık AK Parti İktidarı'nın son yıllarında da muhalefet bazı yolsuzluk iddialarını -bir kısım medya organlarının da yardımıyla- gündeme getirmeye çalışmış ve bunu, siyasî iktidarın yıpratılması için bir taktik olarak kullanmaya başlamıştır.
İşte, 'Deniz Feneri' dâvâsının da esas maksadı, eğer bu şekilde bir yolsuzluk yapılmışsa bunu AK Parti İktidarı'na bulaştırmaya çalışmaktır.
***
Gerçekten iddia edildiği gibi,
'Deniz Feneri', insanımızın yardımseverlik ve hamiyetperverlik hislerini istismar ederek yolsuzluk yaptıysa, elbette bunu sonuna kadar takip etmek ve cezalandırmak gerekir. Lâkin, yurt dışında aynı adı taşıyan başka bir derneğin faaliyetlerini göstererek, bugüne kadar yapılan hayırlı işlere gölge düşürmek, merhametli halkımızı yardım konusunda şüpheye ve tereddüde düşürecektir.
'Deniz Feneri' yolsuzluk iddiaları gözden geçirildiğinde, gündeme getirildiğinden itibaren bu projenin
AK Parti İktidarı'nı yıpratmak için kullanılmak istendiği hemen fark edilebilecektir. Nitekim, bu konudaki yolsuzluk iddiası ilk ortaya atıldığında, işin içine
Başbakan Erdoğan'ın adı karıştırılmak istenmiş; üzerine gidildiğinde de hiç sıkılmadan,
'Pardon, tercüme yanlışıymış' denilebilmiştir.
Dâvânın
Türkiye'ye intikal etmesi sonucunda başlayan tahkikatta, görevli üç savcının dâvâ dosyasında bilerek tahrifat yapmaları ve bu yüzden görevden alınmaları da çok dikkat çekicidir.
Şimdi de
CHP lideri
Kılıçdaroğlu'nun, tam bir senaryo kurgular gibi, önceden
'köstebek' açıklayacağını ilânı ve sonra hiçbir delili bulunmadan saçma sapan iddialarla
Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay'ı itham etmesi, en hafif tâbiriyle hafifmeşrep bir partizanlıktır. Neymiş efendim?
Atalay'ın koruma müdürü, muhtevası belli olmayan bir telefon görüşmesi yaparak
Kırıkkale Belediye Başkanı ile konuşasıymış... Yani
Başbakan Yardımcısı'nın seçim bölgesindeki Başkan ile koruma müdürü konuşmuşmuş...
***
Tablo şöyledir:
Kılıçdaroğlu üç yıldan beri birtakım yolsuzluk iddialarında bulunuyor ve sonunda bu iddiaların hepsi de asılsız çıkıyor. Lâkin
CHP lideri, büyük bir pişkinlikle yeni iftiralar atmaya devam ediyor...
Hâsılı,
CHP'de
Kılıçdaroğlu merkezli bir
'yalancı çoban sendromu' yaşanmaktadır.
CHP bu işin öylesine suyunu çıkarmıştır ki, yarın gerçekten bir yolsuzluk yapılsa bile buna kimsecikler inanmayacaktır.
Prof. Dr. Beşir Atalay benim kırk yıllık dostumdur. Bırakınız herhangi bir yolsuzluğa bulaşmayı, bu hususta o kadar titizdir ki bazen onu fazla bürokrat bulduğumuz bile olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki
Kılıçdaroğlu ve yardımcıları bu defa da baltayı taşa vurdular. Lâkin artık onlara hiç kimse inanmıyor.