En büyük korkum, ölüme karşı yüreğimin nasır bağlaması.... Korkuyorum, çünkü günde 15 saat televizyon ekranına bakıyorum. Her gün önümden onlarca 'ölüm' akıyor. Bir gün üşenmeyeceğim, 24 saat içinde ekranda kaç kişinin öldüğünü sayacağım ama yapamam. Çünkü erişeceğim istatistikten bile 'ölesiye' korkuyorum.
Haber bültenlerini değil de, gazetelerin ölüm ilanı sayfalarını izliyor gibiyim. Burası, yanında canlı bomba patlayacak diye alışveriş merkezine gidip tişört alamayanların ülkesi. Al bayrağa sarılı şehit cenazelerinin üzerine kapanan acılı anaların görüntüsü, 'jenerik' gibi her haber bülteninin başında...
Kilis'te kafasına füze düşecek diye burnunu kapıdan çıkaramayan, çareyi göç etmekte bulan insanlar var. Kadın cinayetlerinde Hindistan'ı geçip dünya şampiyonu olmamız an meselesi. Trafik canavarı bir türlü kana doymuyor. 'Bağdat Caddesi'nde hafriyat kamyonunun işi ne?' diye soran yok. İstanbul, metrobüs ve belediye otobüsü kazalarının başkenti olmuş. İşsizlik oranının yüzde 20'lere erişmemesinin nedeni, iş kazaları yüzünden boşalan kadrolar olsa gerek. Mültecilerin ölmek için geldikleri yer bile bizim Ege sahilleri. Her gün ormanlarda, derelerde çocuk cesetleri bulunuyor. Yaz mevsiminin gelmesinden bile korkar oldum; haber bültenleri yine boğulma haberleri ile dolacak diye...
Hayatın kendisi böyle olunca, dizisi farklı olur mu? Benim bildiğim, her akşam dizilerde en az 15 kişi ölüyor.
Ölümün sıradanlaştığı yerlerde, yaşama yer kalmaz. Çocukluğumda Marmara Adası'nın balıkçılarından öğrenmiştim: 'Ölmek üzere olan kılıç balığının gözüne bakılmaz. Çünkü o balık, gözünden ölür. Bakarsan, bir daha aklından çıkmaz.'
Şimdi televizyona değil de sanki Azrail'in gözlerinin içine bakar gibiyim.
Yarın 301 madencinin öldüğü Soma faciasının yıldönümü. Ana haber bültenlerinde yer almasa, unutup gidecektik değil mi?
O kadar çok ölüyoruz ki, yaşamaktan utanır oldum...