Pazar gecesi Kanal D'nin yayınladığı Bir Tutam Baharat filmini büyük bir ilgiyle izledim. O saatte çok cazip programlar olmasına rağmen, gözümü ekrandan alamadım. Ülkemizde vizyona girme şansı bulamayan film, damağımda tıpkı tarçın gibi nahif ama etkili bir tat bıraktı. Yönetmen Tassos Bonlimetis filmin hammaddesi olan asetatın üzerinde öylesine doğal bir doku oluşturmuştu ki, neredeyse mutfakta pişen tüm yemeklerin kokusunu alabiliyordum. Bonlimetis'in sinemasından, sanat filmi yapmak adına kişisel hırslarını ve fantezilerini izleyici üzerinde tatmin etmeye kalkan bazı yönetmenlerimizin payına çokça ders düşüyor. Film, yemek yapmanın sadece karın doyurmak için girişilen bir faaliyetten ibaret olmadığı felsefesinden hareketle, hayatımızı ne tür baharatlarla lezzetlendirebileceğimizin ipuçlarını veriyor. İki vatan arasında sıkışıp kalan İstanbullu bir Rum'un, 35 yıl sonraki geri dönüşünde, baharat katmayı unuttuğu hayat yemeğinin nasıl tatsız tuzsuz hale geldiğini vurguluyor. Aslında içinde koyu milliyetçileri, hamaset edebiyatçılarını rahatsız edebilecek sert söylemler barındırmasına rağmen, film Ege'nin iki yakasını öyle bir insanlık paydasında buluşturuyor ki, itiraz için ayağa kalkanlar bile özür dileyerek yerine oturuyor. Ne gariptir ki, aynı gün atv'de Elveda Rumeli'nin tekrar bölümü vardı. Rumeli'den göçe zorlanıp, anavatanında "yabancı" muamelesi gören Türkler... Ve İstanbul'dan sınır dışı edilip, Atina'da "Pis Türk" aşağılanmasıyla karşılanan Rumlar... Gurbetin sılaya dönüştüğü, sılanın gurbete vardığı, anavatan özleminin "ara vatanlarda" tütsülendiği yitik yaşamlar... Şu "sürgün" ne garip bir kelimedir. Hem bir yerlerden sürülmeyi anlatır hem de uç verip, filizlenmeyi... Bir Tutam Baharat ve Elveda Rumeli bana bir tek şeyi anlattı: Sürgündeki "sürgünler" şu küçücük botanik bahçemizin en değerli bitkileridir. Onları koruyalım, kollayalım, üzerine titreyelim...